yeniden doğar mıyız

150 12 38
                                    

sia - california dreamin'

"nereye gitmek istersin?" sorumu ciddiye alması için önümdeki kağıdı gözüne daha da yaklaştırıyorum, elimdeki kalemi sallarken sia'nın sesi evin içinde yükseliyor.

"kaliforniya!" şarkının heyecanıyla söylediğine dair akvaryumda yüzen balık, balkonda gün geçtikçe uzayan sarmaşık ve koltuğun altına ittirilmiş mor kadife terlikler yemin ediyor. dudaklarına baş parmağımla dokunup gülüşünde gezintiye çıkıyorum, dudağının çizgisi kalbime doğru yol yaparken bir kez daha düşünüyorum. onu üzerine yağmur damlarının düştüğü yeşermeye başlayan çiçeğin umutları gibi seviyorum. onu umutlarım, hayallerim gibi seviyorum.

"yazıyorum bunu, son kararın mı?" kalemle başımı kaşırken açık pencerenin önündeki perde rüzgârdan havalanıyor, yüzüne güneşin yakıcı ışıkları yansırken gözlerim kamaşıyor. perdeyi çekip rüzgârın içeriye girmesini sağlıyor, gözleri kapalı bir şekilde güneşe bakıyor. rüzgâr odanın içinde tura çıkarken enseme dokunmasıyla ürperiyorum, soğuğun etkisi vücuduma yayılırken rüzgâr sevdiğim adama doğru gezintisini sürdüyor; onun teninde daha fazla oyalandığını fark ediyorum. "rüzgâr bile seni bırakamazken benim senden ayrılmamı bekleme."

elini uzatıyor, gözlerinden gözlerimi çekip tutmaktan bıkmadığım ellerine bakıyorum. avucunun içindeki yazan sayılara anlamsızca göz gezdirirken parmağımla dokunuyorum. "ne anlamalıyım?" sadece tebessüm ediyor ve ayağa kalkıyor. öncelikle çiçekleri sulamaya başlıyor, balığa yemlerini verirken şarkının ritmiyle dans ediyor, pencereyi kapatıp güneşe el sallıyor. yaptığı her hareket yüreğimde yıkım oluştururken mutluluk karşımda tezahür ediyor. kapıya doğru giderken konuşuyor. "sonsuz olacağım tarihi." içimi büyük bir yeis kaplıyor. durgun denizler dalganıyor, rüzgâr daha da sert esmeye başlıyor, bir uçak bulutu parçalayıp gökyüzündeki düzeni bozuyor. ve ben, "bekle beni." diye bağırarak aceleyle arkasından koşuyorum.

evden çıkarken kapatmadığımız şarkı hâlâ kulaklarımızda canlılığını korurken minghao terennüm etmeye başlıyor. dans ederek yürüdüğümüz ıssız sokaklardan kalabalığa çıkıyoruz. insanlar bir an olsun kendini dinlemeden alışagelmiş monotonlukla caddede yürüyor, sokak hayvanları yemek için çöpleri karıştırırken insanların yüzlerine umudun acımasız heyecanıyla bakıyorlar. "gökyüzünün griliği, gözlerinin kahverengiliği ile bütün oluşturup can yakıcı bir kaos yaratıyor. bunu sadece benim görüyor oluşum beni dünya üzerindeki her şeyden daha değerli kılıyor." dudakları milim kıpırdamıyor fakat gözlerindeki gülüşü bana ulaştıyor. "sadece dünya değil, evren." ağzından çıkan her kelime ok gibi vücuduma saplanıyor ve gözlerimden yaşlar akmaya başlıyor. "ağlama." diyor. "ağlama, ben her zaman yanında olacağım." köklerini salmış, dalları aşağı bakan yüzyıllık ağacın önünde duruyor. ağacın damarlarına parmaklarıyla ismimizi yazıyor. ismimiz onun parmaklarında efsunkâr bir hava oluşturuyor. "beni unutmadan yaşadığın müddetçe yanında olacağım, her daim bir nefesinin sıcaklığında..."

kaybolmaktan korkan bir çocuk annesinin elini nasıl sımsıkı tutuyorsa ben de bir yalana tutunuyorum çünkü minghao'nun kaybolması hayatımı bir felakete sürükler, biliyorum. "başka ne yapmak istersin?" sorumla duraksıyor, hafifçe yere eğilip eline bir taş alıyor. taşı bütün dikkatiyle incelerken eliyle yeri gösteriyor. "ne kadar hazin değil mi?" ne demek istediğini anlamıyorum. yanına yaklaşıp taşa bakıyorum. "hazin olan ne?" taşı avucuna alarak yoluna devam ediyor. "hayatı cansız varlıkların gözünden düşünsene. cansızsın diye hor görülüyorsun. ama unutmamak gerekli ki bu dünyada en cansız olan bunu düşünendir." tekrar duruyor ve taşı gösteriyor. "baksana her tarafı çizik çizik olmuş. belli ki toprakta durmak ona acı veriyor." gri taşın üzerindeki karışık çizikleri kalbimdeki izlere benzetiyorum, bir sızı vücuduma sirayet ediyor. zikzaklar çizerek yürüyoruz.

deniz kenarında çıplak ayaklarımızla kumsal boyunca düşüp kalka yürüdükten sonra dalgaların ayaklarımıza ulaştığı yere oturuyoruz. "özgür hissettiriyor." deniz dalgalanmaya bırakıp durgunlaşınca minghao'ya bakıyorum. "yine birinin canını alıyor gibi." cebinden taşı çıkarıyor. "denizde ölmek seni bu dünyadan tamamen siler, seni sonsuza kadar kaybeder. bu bir lütuf." taş denizde birkaç kez sekiyor ve sonra kayboluyor. "onun isteği sularda yüzmekti eminim." deniz dalgalarına kavuşunca minghao parmağımdaki yüzüğe dokunuyor. "yüzüğümüz... hiç çıkarma olur mu?" yaşlar gözlerime dolarken başımı sallıyorum. "mevsimler birbirini takip etmeyi, güneş tenimi yakmayı ve hepsinden elzemi kalbim seni sevmeyi bırakana kadar bu yüzük hep bende olacak."

sular ayaklarımızı ıslatmaya devam ederken minghao'nun sesini işitiyorum. yürek çarpıntım sesine karışırken konuşuyor. "başka bir baharda görüşmek üzere, wonwoo. unutma ki ben de hep seni seveceğim. ayrılıyor oluşumuz için sana özür diliyorum ve başka hayatımda seni üzmek yerine mutlu edeceğime şimdiden söz veriyorum." yaşlar gözlerimden bir bir süzülüyor. elim minghao'ya uzanmaya çalışırken, "elveda." diyor. minghao'nun hayali önümde havaya karışıyor ve elim yere sertçe düşüyor.

elimin altındaki kumları sıkarken içli içli ağlıyorum. her gözyaşı kalbimde tarumara sebep oluyor. elinin içi aklıma geldikçe ağlamam artıyor. günler önce gösterdiği sayıların ölüm tarihi olduğunu anlamayışım sinirimi de artırıyor. kendime gelmem gerektiğini fısıldayan minghao'nun sesi kulaklarımda yankılanıyor. otururken yanıma yerleştirdiğim minghao'nun küllerinin olduğu vazoyu elime alıyorum. "hayal de olsa bugün yaşadıklarım çok özeldi. vedanı kitabımızın arasında saklayacağım."

vazoyu sımsıkı tutup dalgalanan sulara doğru yürüyorum. suların acımı alıp geriye mutluluk bırakmasını diliyorum. birkaç kez yutkunmaya çalışsam da boğazımdaki yumru buna engel oluyor. nefes alışlarım gitgide zorlaşıyor fakat güçlü kalmaya çabalıyorum ve suların dizlerime geldiği esnada duruyorum. "seni özgürlüğe kavuşturacağım, minghao." kollarımı sakinlikle kaldırıp yavaş yavaş külleri sulara serpiyorum. su durgunlaşıyor, gülüyorum. "minghao'yu aldığınız için mutlu musunuz?"

vazoya bakıyorum, minghao'nun bir avuç kaldığını görünce dökmeyi bırakıyorum. sulara karışan küller sevgilimi namütenahi bir yolculuğa çıkarıyor. geriye doğru yürürken dizlerimin gücü tutanıyor, olduğum yere kendimi bırakıyorum. vazoyu göğsüme delip geçecekmiş gibi bastırıyorum. çok fazla sıktığım için kollarım yanmaya başlıyor. başımı gökyüzüne çeviriyorum. "lütfen..." lütfen, bu dayanılmaz acıma bir son ver. denizden çıkınca esen rüzgârla birlikte üşüyorum. sıcak kuma oturup ısınmaya çalışıyorum ama anlıyorum ki bu üşüme minghao'suz olduğumdan kaynaklanıyor. gözyaşlarıma hakim çıkarak cebimdeki kaliforniya biletini elime alıyorum. ıslanmaktan buruş buruş olmuş kağıdı okşuyorum. "senin isteğini yerine getireceğim ne olursa olsun." dikkatlice cebime yerleştiriyorum.

denize yansıyan güneşin ışıkları gözlerimi kısmama neden oluyor ve o sırada sevgilimi görüyorum. bana el sallayan minghao... buradan çok güzel gözüküyorsun.

sızıyı gideren su
suyun sızladığını kimseler bilmez*

🌸🌸🌸

*ismet özel'in şiirinden.
*biraz chungking express filminden esintili bir yazı, okuduğunuz için teşekkürler.

kalbindeki kitabın külleri denizde Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin