Bence, hayat dolambaçlı bir yoldan ibaretti. Soluklanmak için bir düzlük bulduğunda devamındaki yokuşu ancak sisler kalktığında görebilirdiniz. Bu yüksek iniş-çıkışların sebebini eskiden işlemiş olduğunuz ve işlemeye devam edeceğiniz günahlara, bazense sizden haz etmeyen kişilerin kötü olan dileklerine bağlardınız. Fakat iş pek de böyle işlemiyordu. Herkesin dolambaçlı yolları vardı. Bazılarımız çok soluklanır ve tepe taklak iner o yollardan. Bazılarımızsa hiç durmadan, nefes nefese bitap düşene kadar koşarak geçer o yollardan. Nefes alamaz, duramaz, bir iç çekemez, yolda biriyle karşılaşıp da yükünün arpa tanesi kadar bir kısmını omzuna bırakamaz. Çünkü ya yolda onun yükünü taşımak isteyecek bir yolcu olmaz, ya da yollar bomboş bir çakıldan ibarettir. Gerçi, biri olsa da sesini duyuramazsın ona.
Ben her zaman ikinci seçeneklere uyardım. Ben her zaman ikinci seçenektim. Yollarım koşmaktan bitap düşmüş ayaklarımın arşınladığı kilometrelere sahipti. Ve asla sonu olmayacaktı. Ayaklarım acır, kanar, şişerdi. Fakat ben bu tempoya alışmıştım. Her gün geçtiğim yollara bir selam verip ertesi güne başlardım. Ve yine bomboş yolda koşardım.
Hayat koşumun 17. yılındaydım. Gün 10, ay mayıstı. Saat akşam 8 civarıydı. Güneşin gitmemekte ısrarcı olduğu o gökyüzüne baktım. Yumuşaktı. Yüzümde usul bir gülümseme oluşurken bir soluk aldım. Ciğerlerim rahattı. Başımı eğemeden hafif çiseleyen yağmur yüzümü okşamaya başlamıştı.
Temizleniyordum.
Hafifçe başımı eğdim ve etrafıma bakınma gereği duydum. Bir dürtü gibiydi. Bedenimi dürtüyor, silkelenme isteği uyandırıyordu. Doğrusu yorucu ve tatlı bir merak hissettim o an bedenimde. Silkelendim ve beynimin istediği şeye izin verdim, gözlerimi yolumun sonuna çevirdim. Göz bebeklerim git gide irileşirken kulaklarım hayali kedi kulakları gibi dikeldi. Hayali hayat koşumdan uzaklaştım. Gerçekleri hissettim. Yağmur git gide hızlanmıştı ve lanet olsun, sırılsıklam olmuştum. Aklımdaki düşüncelerden uzaklaşmak için gerçekten koştuğumu fark ettim. Ve artık hareket edemiyordum.
Ama müziğin o tınısını duyabiliyordum.
Yanımdaki sıcaklığı hissedebiliyordum.
Vücudumdaki o dürtülme hissini algılayabiliyordum.Duyularımı kazanıyordum.
"Hey, bayım! Iyi misiniz? Hadi ama, bana bakıyorsunuz ve cevap vermiyor musunuz? Bayım!"
Yerimde anlık sıçradım ve nasıl bir ifadem olduğunu bilmeden eğilip gözlerime bakan genci ittirdim. En az benim kadar afallamış görünüyordu. Bir süre öyle baktığım gözler kısıldı ve tatlı bir kıkırtı duyuldu. Usulca gülümsüyor ve kendime gelmemi bekliyordu. Omzuna dokunduğum elime baktım önce, sonra usulca yüzünde gezindi gözlerim. Burnunun ucundaki bene, uzun kirpiklerine, kare gülümsemesine baktım öylece. Sesim zaten çıkmazken iyice boğum boğum oldu boğazımda. Kelimelerim sıkıştı. Taşmak isteyen bir nehir gibi baskı yapıyordu. Gözlerim doldu.
Bana ne yapıyordu bu adam? Ne oluyordu bana?
Yüz ifadesi değişti, yine endişeli görünüyordu. En az benim kadar ıslandığını fark ettim. "Şey, bir sorun mu var? Niye ağlıyorsunuz? Hasta olacaksınız, lütfen benimle içeriye gelin." Ses tonu tarafından büyülenirken gözlerim daha da dolmuştu. Galiba kaybettiğim kelimelere en çok ihtiyacım olduğu zamanlardan biriydi bu. Kesinlikle, en çok ihtiyacım olduğu zamandı...
"Ü-üzgünüm, yani, bben..." beynim pelte pelte olmuştu. Ellerimi yüzüme bastırdım ve yüzümü sakladım.
"Belli ki zor bir gün geçirmişsin... Gel bakalım. Sana asla hayır diyemeyeceğin kahvemden yapacağım." Omzuma dolanmış kollarıyla kendime gelme ihtiyacı duydum. Beni sürüklediği yere sürüklendim. Ne kadar ıslak olduğumu umursamadan rahat koltuğa oturtmasına izin verdim. Ama bu içime oturmuştu.
"Ssırıl sıklamım. Etraf kirlenecek..." Tanrı aşkına, onun bu derin sesinin yanında sesim küçük bir farenin viklemesinden farksızdı. Daha da utandığımı hissettim.
"Boşver etrafı. Sen iyi misin onu söyle. Sokakta öyle dikildiğini görünce korktum doğrusu. Sorun dikilmen de değil gerçi, yarım saat falan öyle durdun..." ensesini ovdu ve omuzlarındaki kahve ıslak saçlarını küçük bir kuyruk yaptı. O güzel şekilli yüzü, ah tanrım, o yüzü ortaya çıkmıştı. "Sana en iyisi bir örtü getireyim. Böyle donacaksın. Saat de geç oldu sayılır..." kendi kendine dert yanıyor, arada gülümsüyor ya da uçarı bir çocuk gibi fikrini şak diye ortaya koyuyordu.
Ben ise büyülenmiştim. Kelimenin tam anlamıyla büyülenmiştim.
"... Yani burası benim kafem. Bu yüzden ne istersen çekinmeden söyle," anlık aklına bir şey gelmiş gibi parmaklarını şıklattı ve bir şeyler alıp geldi.
Yüzümde ilk defa bir mimik oluşmuştu. Kaşlarım çatılmış elindekilere bakıyordum. "Söylemek zorunda değilsin, buna istediğin şeyleri yazarsın ve bana verirsin. Bu yeterli." Elindeki kalemi ve kağıdı masaya koydu, çatılan kaşlarım bir yay gibi geri gerilmiş, havaya kalkmıştı.
Elimi kaleme uzattım. Yaptığı bu minik jest aklımı öyle bir çelmişti ki... Dudağımın yanında hafif bir tebessüm peydahlanmıştı. "Teşekkürler.., bayım."
"Teşekkür etme, yeri gelir sen de bana el uzatırsın." Söylediği kelimelerin ardından yanımdan uzaklaştı. Dediklerini düşünürken aklıma gelenlerle anında sıcak bastı. Yanıyordum sanki. Adamı durup sapık gibi izlediğim yüzüme hiç istemediğim bir gerçek olarak vurdu. Dudakları, burnundaki beni, kirpiklerinin uzunluğu, göz rengi, hemen hemen her şeyi ne kadar çabuk yer edinmişti aklımda böyle... Adını öğrenme isteğiyle yanıp tutuştum o an.
"O zaman düzgün bir tanışma yapalım hm? Ben Taehyung. Bu kafede bir çalışan sayılırım. Günümün neredeyse hepsi burada geçiyor. Daha doğrusu," usulca kıkırdadı. Zarif eliyle kahvemi masaya bıraktı ve eliyle 'Bak! Bu küçük yer benim koca dünyam!' Der gibi etrafı gösterdi. "Yıllarımın neredeyse hepsi burada geçti, ve de geçecek... Bu yüzden, burası bir nevi benim yuvam, bu yüzden, yuvama hoş geldin."
Yuvama hoş geldin.
Bu kitabı çok sevdiğim bir arkadaşıma ithaf etmek istiyorum. Düşüncelerinizi ve beğenilerinizi benden esirgemeyin :) doğum günü çocuğu olmak bunu gerektirir.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Blue Café | Taekook
Fanfiction'Dünyam kırılmış hayallerin izler bıraktığı kilometrelerce yoldan ibaret... ... Seninle Blue Café'de buluşacağım.' Chris Rea- The Blue Café