Size bir salak olduğumdan hiç bahsetmiş miydim?
Size bahsetmesem dahi, kendimi bu doğru yargı ile her an yüzleşmek zorunda bırakacak hareketlerim vardı. Ve bu suskun dilim yüzünden daha zor bir hal almıştı.
O günün üzerinden 1 hafta geçmişti. Fakat bu bir hafta bana daha çok bir asırdan hallice gelmişti. Olay aslında kendimi alelade bir şekilde rezil etmemden ötürü bu kadar büyümemişti kafamda. Olay, alelade bir rezillikten ibaret değildi çünkü.
Suskun dilim ilk defa kendinden emin bir şekilde öylesine canlanmıştı. Sanki benden ayrı bir parçaymış gibi, kendi kafasına eseni söylemişti. Eh tabii, gerisi benim tutmayan ayaklarıma kalmıştı. O halde, üstümde verdiği o örtüyle eve koşmuştum. Kırmızı örtü gecenin karanlığında, sokak ışıklarının altında beni isimsiz bir kahraman yapmıştı beni gören küçük çocukların gözünde.
Ama üzgünüm çocuklar, ben kimsenin kahramanı değilim, olamam da.
Okuldan her dönüşümde ayaklarım beni o hiç bilmediğim sokağa götürüyor ve ne kadar arasam da bulamadığım, o sokağın ve o kafenin kendine has müziği kulağıma çarpana kadar da ilerlemeye devam ediyordum. Sırt çantamdan o örtüyü çıkartamıyordum. Sebebi belki o güzel elleriyle omzuma koyması veya birinin beni düşünmesinin verdiği o anlatılmaz hissi yanımda taşıma isteğimdi. Bilemiyordum ama ikisi de su götürmez bir gerçekti.
Elimin altındaki örtüye parmaklarımı biraz daha sardım ve burnuma götürdüm. Çok acizce bir şeydi belki de yaptığım. Zaten öyleydi. Zaten acizdim ben. Ve öyle olduğumu bilerek bunu yapmak benim kalbime ve kırık hislerime iyi geliyordu. Ben sadece onu unutmak istemiyordum. Asla onu unutmamak için beynime onu tanıtmak istiyordum. Onun kafesini tanıttığı gibi beynime, 'Işte burası rahat hissettiğin yer! Ve işte o, o sana rahat hissettiren kişi. Tanı onu!' diye işleyerek tanıtıyordum her yerine.
Fakat vicdanım asla el vermezdi ona ait olan bir şeyi alı koymaya. Bu yüzden ona bu örtüyü vermeliydim. Direkt asla yüzüne bakamazdım. Dudaklarımdan o sözcükler çıktıktan sonra bana o bakışlarıyla anlattıklarının sonunda onun yüzüne nasıl bakabilirdim ki...
Tapılası gözüküyorsun.
Aklımda canlanan kendi sesim ve onun bakışları beni titretmişti. Kesinlikle doğruyu söylemiştim. O Yunan heykellerini aratmayacak kadar kusursuzdu. Ona baktığımda dilimin daha da tutulması gerekirken sesimi çıkaramadığım her an için kelimeleri basitleştirerek ve daha da utandıracak şekilde dilimden dökmüştüm.
Ellerimi yüzüme bastırdım ve yatakta dönüp durdum. "Salak!" derince iç çektim ve kendimi yatakta doğrultup hemen ilerimdeki aynadan kendime baktım. Dağılmış görünüyordum. Kafama batan yamuk gözlüğümü düzeltip yavaşça yerimden doğruldum.
Bugün minik bir işim vardı. Insanlık için minik olsa dahi, benim için oldukça büyük bir işti ve emindim ki bunu da elime yüzüme bulaştıracaktım.
Dolabımı açıp giyebileceğim en siyah giysilerimi giydim ve kapüşonumu geçirdim. Hazırdım.
Aslında pek sayılmazdım.
Dolabımdan siyah küçük bir çanta çıkardım ve örtüyü içine dikkatlice koydum. Belki aşıkların birbirlerine attıkları son mektup gibi üzerine parfüm sıkabilirdim fakat onu daha da rahatsız etmek istemiyordum. Zaten hayatında olmayacak biriydim ve hatırlayarak rahatsız olsun da istemezdim.
Küçük kare bir kağıt aldım ve üzerine teşekkürlerimi ve özürlerimi yazdım. Yüzüne özür dinleyemeyecektim ve bu biraz içime oturmuştu. Notu içine koymayı düşünmüştüm ama kimse kapısının önündeki siyah bir çantayı pozitif düşüncelerle karşılamazdı. Bir iğne ile çantanın üzerine tutturdum.
"Hadi bakalım Jungkook."
Jin'e çıkacağıma dair bir not yazarak mutfağa bıraktım.
Yaklaşık yarım saat sonra
Kafeye gelmiştim. Saat biraz geç sayılırdı ve güneş yüzünü bizden esirgeyerek kaybolmuştu. Hava kararıyordu. Etrafıma bakındım. Kimse yok gibi görünüyordu fakat içimdeki lanet dürtü elimin titreyip çantayı asla yerine koyamamama sebep oluyordu. Aklımdaki bitmez tükenmez düşünceler sinirimi bozmuştu. Dişlerimle dudağımı kemirirken biraz kafenin etrafını turladım. Ve şükürler olsun ki bir arka kapı vardı. Muhtemelen buradan çıkıyor diye düşündüm. Elimdeki çantayı yere koydum ve derin bir iç çektim.
Onu alıp gidecekler Jungkook, çok salaksın...
Cidden ona bakmadan mı gideceksin?
Bari bir yüzünü görseydik.Çantayı al ve kaç buradan Jungkook. Hem küçük bir örtüden ne olabilir ki?
Kesinlikle içine bir iki fıs parfüm sıkmalıydın...
Derince nefes aldım ve yerimde tepindim. "Lanet olsun ona daha fazla rezil olmak istemiyorum..!" Çantaya son kez baktım ve gitmek için arkamı döndüm. Epi topu bir örtüyle niye vedalaşamamıştım ki?
Duyduğum melodi ile yerime çakılıp kaldım. Sanki birileri bu tanıdık olmayan şarkıya eşlik ediyordu. Ses buradan net duyulmuyordu fakat bu anlamam için yeterliydi. Bu tını o eski tınıdan çok uzaktı. Daha melankolikti, daha ruh içine işliyordu. Bu bende istemsiz bir şok etkisi yaratmıştı.
Daha fazla dinlemek istedim fakat korkuyordum, yakalanırsam olabilecekler beni ürkütüyordu.
Kendimi hızla oradan uzaklaşırken buldum. Liseli ergenler gibiydim ve bu benim ruhuma o kadar tersti ki...
"Ah seni saf çocuk..."
Jungkook'un Taehyung için yazdığı özür-teşekkür mektubu:
Merhaba Taehyung,
Sana karşı çok büyük bir mahcubiyet hissediyorum. Yaptığın her şey için, özellikle de dediğim şey üzerine beni kafenden sürükleyip atmadığın için teşekkür ederim. Bunu lütfen kuru bir teşekkür olarak algılama, tüm kalbimle teşekkür ediyorum. Her ne kadar 'Yeri gelir sen de el uzatırsın bana' desen dahi şu an bunu istediğini hiç sanmıyorum. En büyük özürüm de sana dediğim şeyden ötürü. Ağzımdan öylece kaçmış bulundu ve, ah Tanrım... Dediğim şeyi asla yalanlayamam.
Bir diğer özürüm ise kafeden bu örtüyü resmen kaçırmaktı. Çocuklar bu durumdan gayet memnundu fakat ikimiz de pek memnun olmadık galiba...
Ben Jungkook. Seninle tanıştığım için çok mutluyum.
Teşekkürler.
Bu arada, örtüyü yıkamıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Blue Café | Taekook
Fanfiction'Dünyam kırılmış hayallerin izler bıraktığı kilometrelerce yoldan ibaret... ... Seninle Blue Café'de buluşacağım.' Chris Rea- The Blue Café