10

1K 138 52
                                    

  

        Karapençe malikanesinden birkaç kilometre uzakta olan göl evine nihayet ulaşmıştım. İçimdeki yıkılmışlığın en can alıcı haliyle kendimi varendaya attım. Koca ülkenin oksijeni bana yetmiyordu sanki, nefes alamıyordum...

    Buraya genellikle yaz aylarında birkaç hafta gelirdik. Küçük olmasına rağmen diğer evden daha fazla severdim burayı. Ahşaptan yapılmış olması da benim hoşuma giden çok önemli bir diğer unsurdu. Nedenini pek anlayamasamda burası daha çok yuva kokuyordu...
Kapının kilidini açıp valizimi alarak içeri girdim. Yüzüme ilk çarpan şey ahşabın hafif rahatlatıcı kokusuydu. Kısa koridorun sağında duran büyük odadan içeri girdim. İçeriyi göz ucuyla inceledikten sonra, göle açılan balkon penceresinin karşısındaki  üçlü koltuk grubun, rahatlatıcı duruşuyla beni kendine çağırdığını fark ettim. Valizi kapının önüne bırakıp pencereyi açtım ve kendimi koltuklardan birine attım sonra rüzgarın göle vuruşunu, dalgaları ve gölün içinde -büyük bir huzurla- yüzen ördekleri izlemeye koyuldum. Bu güzel manzara ilk andan itibaren bana iyi gelmişti. Kendimi üçlü koltuğa biraz daha gömdüm ve kısa bir süre içinde tatlı bir uykuya dalmaya başladım...

  Ne kadar uzun uyuduğumu anlamam biraz zaman aldı tabii ki. İçeride gelen tıkırtıyla uyandığımda havanın karardığını ve üzerimde ise bir battaniye olduğunu fark ettim.  Sersemlemiş bir şekilde koltuktan doğrulurken kendime hayret ettim. Biri eve girmiş hatta üstümü bile örtmüştü ve benim ruhum dahi duymamıştı...
Yutkunarak ayağa kalktım. Odanın, yemek masası bulunan kısmında loş bir sarı ışık yanıyordu. Karşıda duran küçük dolabın üzerindeki demir şamdanı alarak yavaşça odadan çıktım.  Mutfak kapısının önüne nefesimi tutarak ve parmaklarımın  üstünde yaklaşırken bir tıngırtı daha duydum. Gelen metal tıngırtı sesini güçlükle soluyan ve lanet okuyan bir ses daha takip etti. Uykudan yeni uyanmanın verdiği sersemlikle sesin kime ait olduğunu çıkaramamıştım. Yavaşça kapıyı araladığımda bir alt tabakalının arkası bana, önü tezgaha dönük şekilde durduğunu fark ettim. İçeriyi ise yoğun bir yanık kokusu sarmıştı. Yüzümü ekşiterek yavaşça içeri girerken elimdeki şamdanı o kadar sıkı tutuyordum ki avuç içlerim ağrımaya başlamıştı. Tam şamdanı karşımdakinin başına geçirecekken arkasına döndü ve hızlıca beni tezgaha yapıştırıp şamdanı elimden aldı. Nefeslerimiz birbirine karışırken adrenalinden sesim yükseldi.
“Senin burda ne işin var?!”
Vücudu ve tezgahın arasında sıkışmış bir vaziyetteydim. Üzerime gölge gibi çökmüştü. Kollarım, güçlü ellerinin arasındaydı ve onun yüzünü görebilmek için başımı yukarı kaldırmıştım, o ise üzerime fazlasıyla eğilmiş durumdaydı.
“Yanınızdan ayrılmamak için emir aldım, efendim,” dedi. Kalbimin atışları korkudan mı, heyecandan mı yükselmişti çıkaramıyordum. Bulunduğumuz durum gerilmeme sebep olmuştu. Bir iki saniye gözlerimiz kenetlendi ama uzun sürmedi. Sonunda kendimi  ondan kurtararak tezgahın diğer tarafına geçmeyi başardığımda boğazımı temizledim.
“Sana emir veren kim?” Yine cevabını adım gibi bildiğim halde sormuştum.

“Alina Hanım.”

“Gidip ona bir bakıcıya ihtiyacımın olmadığını söyle, yanımda kimseyi görmek istemiyorum Arın,” dedim sesimi sert çıkması için zorlayarak.
“Üzgünüm efendim, ne olursa olsun yanınızdan ayrılmamam gerektiğini söyledi hanımefendi. Eğer yanınızdan biran bile ayrılırsam sonucu benim için hiç iyi olmazmış,” dedi ciddi bir şekilde.
Ben daha sabah ona Arın’ı artık istemediğimi söylediğim halde bana nispet yapar gibi arkamdan yollamıştı. İçimde büyüyen öfkeyi tarif etmek imkansızdı. Yumruğumu sıkarak kaşlarımı çattım ve mutfaktan hızlıca çıktım. Bu kadın beni deli edecekti...
  Bacaklarımı kendime çekmiş ve kollarımı bacaklarıma sarmış bir şekilde koltukta oturuyordum. Yıldızlar ışıl ışıldı bu gece fakat bana hitap etmiyorlardı.
İçeriye doğru gelen ayak sesleri gittikçe bana yaklaşırken önümdeki sehpaya bir sandiviç koyuldu, “Efendim aç olmalısınız, buyrun yiyin,” dedi yumuşak bir tavırla.

FISILTI "Sessiz Çığlık"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin