13

991 123 28
                                    

   
     Ailemden uzak geçirdiğim onuncu gündü bugün. Elimde kahve kupasıyla iskeleden bacaklarımı sarkıtmış göle karşı kahvemi yudumluyordum.  Annemi ve kardeşimi çok özlemiştim. Uzunca bir süredir yalanlıyordum bunu ama artık onları görmek istiyordum.
  Belki Tuana'yla çok iyi anlaşamıyorduk ama harika bir ikili olduğumuz gerçeğini değiştirmezdi bu durum. Birbirimizden çok nadir durumlarda kopardık ve anneme karşı aynı cephede savaşırdık. Onun sağlam desteği hep arkamda olurdu ve bu yüzden gözlerim her yerde onu arıyordu...
  Her ne kadar bu evi çok seviyor olsam da annemle kardeşim yanımda olmayınca hep eksik kalıyordu bir şeyler. Derin bir nefes alarak ayağa kalktım. Bence tam zamanıydı, eve geri dönecektim! İçimde oluşan ve gittikçe büyüyen bir sıcaklık ve heyecan keyfimi yerine getiriyordu. Bardağı mutfağa bırakıp Arın’a haber vermek için hızlıca yukarı çıktım.
   Kapısını iki kere tıklattım fakat bir geri dönüş olmadı, uyuduğunu düşünerek kapıyı araladım. Odaya ikinci adımımı atmıştım ki sert bir şeye çarptım. Burnumun sızlamasıyla gözlerimi kapatıp geri çekildim ve sızlayan burnumu tuttum. Bu odada ne zamandan beri bir sütun vardı?  

Buruşuk bir ifadeyle önüme bakınca ağzım karşımdaki manzaradan dolayı aralandı. Ama bu kadar da olmaz ki! Ben bu çocuğu her yalnız bıraktığımda soyunmak zorunda mıydı?
Belinde bir havluyla karşımda yarı çıplak bir heykel gibi dikilmişti. Bir anda onlarca voltluk elektrikle dolmuş gibi gerilmeye başladım.
  Saçı ıslak olduğu için daha koyuydu ve ön tarafı yüzüne düştüğü için çok daha karizmatik bir yüz ortaya çıkmıştı. Ensesindeki birkaç damlanın boynunun üzerinden ince bir yol alarak aşağıya doğru indiğini izlerken kalbim boğazımda atmaya başlamıştı.
Yüzüme hızla tırmanan utanç  dalgasının bir kısmı  boğazımda birikip- beni boğacak gibi- nefes almamı zorlaştırıyordu. Felç geçirmiş gibiydim hem ruhsal, hem zihinsel, hem de bedensel...

“Ben.”

“Ben.”

İkimiz de aynı anda konuşmaya çalışmıştık fakat bir şey söyleyememiştik. Dilim pelte kıvamına gelirken bir daha konuşamayacağımı düşünmeye başladım. Bu odaya neden geldiğimi ise çoktan unutmuştum.
O kadar karışık duygularla doluydum ki her an  patlayacak gibi hissediyordum. 
Arın da en az benim kadar şaşkın görünüyordu. Onu da yerine çivilemişlerdi galiba, hareket etmiyordu...
  Geçici bir şok yaşayan hücrelerim yavaşça silkelenmeye başlayınca yutkunmadan edemedim. Yutkunduğumu görünce dudağı hafifçe yana doğru, pekte masum olmayacak bir ifadeyle kaydı.  Bu sinir bozucu ifadeyi yoğun ve muzip bakışlar takip edince bende bir şeyler yerine oturdu. Aniden arkamı döndüm ona. Yanında durma kotamı çoktan doldurmuştum.
“Ç-Çabuk hazırlan aşağı gel,” dedim benim olup olmadığını anlayamadığım bir ses tonuyla ve hızlıca odadan çıkıp kendimi dışarı attım. Rüzgarın yüzüme vurmasıyla ürpererek gördüklerimi hazmetmeye  çalışıyordum. Kalbim saatlerce koşmuş kadar  süratle atıyordu. Elimi üzerine koyup derin derin nefes alıp verdim. Az önceki bakışları ve dudağının aldığı hal aklıma gelince utancımdan yerin dibine girmek istedim. Ona dakikalarca ağzı açık bir vaziyette bakmıştım ve çocuk ondan bariz bir şekilde etkilendiğimi anlamıştı...
“Aman Allah’ım! Sen beni neyle sınıyorsun?” Sesli bir şekilde feryat etmeye başlamıştım. Elimle  alnıma üst üste vurarak bir ileri, bir geri, deli danalar gibi dolanıp duruyordum. Yanaklarım alev alevdi ve her an stresten bin parçaya bölünebilirdim.

“Aptal Zoya, kim bilir hakkında ne düşünüyor şimdi,”  o tarafını düşündükçe işin içinden çıkamıyordum. Fakat şu an kendimden geçmenin zamanı değildi. Toparlanmam gerekiyordu, beni bu şekilde- eli ayağı tutmaz bir durumda-görmemeliydi. Hemen içeri girip odanın çaprazındaki banyoya daldım. Suyu açtım ve yüzüme üst üste çarpmaya başladım. Suyun soğukluğu hararetimi azda olsa almış, elimi tekrardan kullanabileceğim bir vaziyete getirmişti. Derin derin  nefes alıp vermeye devam ederek sıklaşan nefesimi kontrolüm altına almaya çalışıyordum.
Arın tarafından nakavt edildim resmen!  İçim içimi yiyordu ve bana neler olduğu hakkında hiç bir şey bilmemek daha çok canımı sıkıyordu. Gözlerimi her kapattığımda Arın’nın kusursuz yüzü ve fiziği beliriyordu kapakların ardında. Ne zamandan beridir bu kadar iradesiz biri haline geldiğim konusundaysa hiçbir fikrim yoktu...
      Aynadan kendime baktım ve yüksek sesle konuşmaya başladım, “Hazırlıksız yakalandığın için bu kadar büyük reaksiyon gösterdin yoksa etkilendiğin falan yok. Hem büyütülecek kadar da yakışıklı değil. Dudakları yamuk sanki, gözleri de  şey gibi... Imm. Şey...”
Açıkçası hiç bir kulp bulamamıştım ve kendimi kandıramıyordum. Sadece yüksek sesle söyleyince gerçek gibi durur sanmıştım...
    Umutsuz bir şekilde lavabodan çıkınca onun da aşağıya indiğini gördüm. Bir nebze de olsa yavaşlayan nabzım tekrar delirir gibi atmaya başlamıştı.
Üzerine siyah bir tişört ve koyu mavi bir kot giymişti. Saçlarını da dağınık bırakmıştı. Ne dudağı yamuktu ne de gözleri şey,  kusursuzluğun sözlükteki anlamı gibi karşımda dikiliyordu.
Aramızda huzursuz edici bir sessizlik geçince garip bir şekilde gülümsedi.

FISILTI "Sessiz Çığlık"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin