17 Temmuz gecesi. Hava bir yaz günü için oldukça serin ama yıldızlar bulutları yok sayarcasına parlıyor. Gökyüzünde gümüş bir kolyenin kopmuş ama parçalanmamış bir parçası gibi parlayan dolunay mutlak bir hakimiyet kurmuş, o kadar aydınlatıyor ki etrafı, kimsenin aklına gelmiyor sabah olduğunda gideceği. Gökyüzüne bakan gözler bir daha oradan ayrılmıyor, mest oluyorlar.
Okyanusun simli gibi görünmesine neden olan ay ışığı, okyanus gibi dalgalı kumral saçlarda dans ediyor, Laure'un saçları bunlar, endişelerine yenik düşmemek için olağanüstü bir çaba sarf eden ve kucağındaki yeni doğmuş kızından güç alan annenin. Ay bebeğin leylak rengi gözlerinde parlıyor, en karanlık zamanlarında yıldızları hatırlaması için ona bahşedilmiş, burnuna ve yanaklarının küçük bir kısmına zarifçe yerleşmiş minik ve silik çilleri ise annesinin kopyası. O annesinin tek umudu, küçük albino Vialie, Vialie LeBlanc.
Annenin beyni ise hiç olmadığı kadar dolu, stres ve gelecek kaygısı ona midesinde bir sancı olarak geri dönmüş ve konuşmak istemiyor. Konuşursa kendini ifade edemeyeceğinden korkuyor ama önünde sonunda gerçekleri Dylan'a anlatması gerekeceğini biliyor.
Yüreğinde ise başka biri yatıyor, Werner'ı özlüyor. Savaşta ölen çocuğu. İlk arkadaşını. Sevdiği ilk kişiyi. Dylan'ı da sevmişti, ama asla Werner'ı sevdiği kadar değil. Dylan ön yargılıydı, anlayışsızdı, oysa evlendikleri ilk zamanlar asla böyle biri değildi. Ama zamanla nefret dolu bir şeytana dönüşmüştü, Laure buna ne kadar inanmak istemese, düzeleceğini kendine sürekli tekrarlasa da Dylan'ın var ile yok arasındaki ruhunda, günden güne taşlaşan yüreğinde tek bir duygu parçacığı bile kalmamıştı. İşte bu yüzden Laure ona ailesinin köklerinin sihre dayalı olduğunu söylememeliydi. Ama söyledi, umutlarının gözünün önüne çektiği tozpembe perde sağlıklı düşünmesini engelliyor, herkese çabucak güvenmesini sağlıyordu.
Laure'un kalbi temizdi, ondaki saf masumiyetti fakat insan denen acınası mahlûk kötüdür, beyaz ruhları kirletir. Saflığı ve iyiliği kötüye kullanılan Laure da işte böyle can vermişti, son anına kadar içindeki aptalca umudu kaybetmeyerek. Hayır, hiç bir zaman çok zeki biri olmamıştı, ama kör olmasına rağmen okuma aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Zeki olan Werner'dı, savaştaki termodinamik dehası. Werner da bir muggle idi ve mugglelar arasında çıkan son büyük savaşta, daha on beş yaşındayken ülkesini yöneten diktatörler tarafından zekası kötüye kullanıldı. Onun tek istediği kız kardeşini korumaktı, onun için ölüme bile razıydı.
Laure ağlıyor, düşüncelerini geçiştirmeye çalışsa da işe yaramıyor. Werner'ı özlüyor, ilk tanıştıkları gün aklına geliyor ve yanakları ıslak, gülümsüyor.
Savaş yeni başlamışt ve, Laure radyolara meraklı olan, bir zamanlar yayıncılık ile uğraşmış büyük amcasının evinde kalıyordu. Bir gün, agorafobisi olan büyük amcası evde yiyecek iki konserveden başka hiçbir şey kalmadığı ve Laure'un gözleri görmediğinden düşmanları fark edemeyeceğini düşünerek korkusuna karşı geldi ve dışarı çıktı.
Ama geri gelmedi.
Laure korkuyla bekliyordu, amcasının eve davetsiz biri gelirse diye kurduğu sistemin alarma geçmesi ise beklediği son şeydi. Hemen son kalan iki konserveyi aldı ve radyo dolabına saklandı, yanında da gerekirse silah olarak kullanabileceği bir konserve açacağı vardı. O dolabının içinde nefes almaktan korkarak ve kalp atışlarının dışarıdan duyulmamasını umarak dehşet verici tam bir hafta geçirdi. 7.gün dolaptaki basit ama güçlü bir fm vericisine sarıldı ve yayın yaptı, sessizce yardım istedi. Aşağıda biri vardı.
O gün Werner, Alman ordusunun komutası üzerine yine radyo ile çalışıyordu. Bir Rus yayınına denk gelmişti ve bu Almanların aradığı şeydi. Ama bir dürtü onu yayını kapatmaya ve frekansı değiştirmeye itti. Bunu yapmaması gerektiğini biliyordu, Rusların koordinatlarını tespit etmeliydi ama bıkmıştı, artık ülkesine ve korkunç yönetim biçimlerine hizmet etmek istemiyordu. Ardından, her şeyi başlatan o hareketi yaptı.
Frekans ayarını değiştirdi.
Laure'un sesi kulaklarını doldururken, onu kurtarması gerektiğini yüreğinin derinliklerinde hissetti. Eğer üç yıl sonra ölecek olmasaydı, Laure'u hazin sonundan da kurtarabilirdi.
***
Annesinin sırf sihirli kan taşıdığı için yakılmasını kendi gözleriyle gören küçük kız, Vialie LeBlanc yatağında uzanıyordu ve tavana bakıyordu. Annesi cadı bile değildi, o bir koftiydi. Neden o da diğer çocuklar gibi mutlu olamıyordu ki? Tüm çevresi ondan korkuyordu. Annesi neden babası ile evlenmişti? Onun önceden başka bir albino oğlanı sevdiğini biliyordu, babası da ona benziyor diye mi, onu hatırlattığı için mi katlanmıştı babasına? Gözüne çarpan güneş ışığı ile ellerini anında gözlerine kapattı, yine ışık yüzünden gözlerinin çürük çilek rengine dönmesini ve komşu çocuklarının ondan kaçmasını istemiyordu. Hem böyle bir ailede doğmuştu, hem de albinoydu, bu kadar şanssızlık bir insana fazlaydı. Yastığının altından büyütecini aldı ve büyük punto ile basılmış olmasına rağmen büyüteçsiz net göremediği kitabını okumaya devam etti. Işığa çok duyarlı olması yetmiyormuş gibi bir de düzeltilemeyen bir görüş kaybı ile karşı karşıyaydı. Ofladı ve önceki yatar pozisyonuna geri döndü. Güneş ışığına daha fazla dayanamayınca kitabı görebilmek için açtığı perdeyi tekrar kapattı ve uyumaya çalıştı.
Babası genelde öğlen saatlerinde işte olurdu ve görünüşüyle dalga geçilmesi gibi onda psikolojik rahatsızlık yaratabilecek şeylerden kaçınmak için Vialie evde eğitim görüyordu. Evet doğru duydunuz, annesini gözünün önünde öldüren ve her fırsatta ona sihrin korkunç olduğunu tembihleyen babası, ona özen gösteriyordu. Yani, gerçek bundan biraz farklı olsa da sonuç aynıydı. Aslında babası büyüden uzak durması için onu dış dünyadan soyutluyordu, albino olduğu için değil.
Dylan Alèas Vernon Dursley'e hiç benzemezdi. Bay Dursley Harry'i dışarıdan bağımsız hale getirmeye çalışmak yerine onu ezerek içindeki sihri de edebileceğini zannediyordu. İkisinin de amacı aynıydı ama Dylan'ın yolu daha zekiceydi.
Vialie doğruldu, sıkılmıştı. Güneş gözlüklerini taktı, kremlerini sürdü, şapkasını başına geçirdi ve güneşe çıkan, beyazlatıcı deterjan ile yıkanıyormuşçasına beyaz olan kağıt rengi tenli bir vampir edasıyla pencereyi sonuna kadar açtı. Bir anda hayatı boyunca fark etmeyeceğini düşündüğü bir şey fark etti: Kendisi gibi bembeyaz bir baykuş, üstelik ayağına bağlı bir mektup ile.
Arkadan vuran güneş ışığının etkisiyle siluet olarak görünen baykuşun bacağındaki ipi özenle çözdü. İşte, mektup artık minik avuçlarının içindeydi. Eklem yerleri kıpkırmızı olan ince parmakları sayfanın kenarlarını kavradı, gerçek olduğuna inanmak ister gibi her kelimeye elliyordu. Dumbledore onu unutmamıştı! Babası gelmeden ona durumu özetleyen bir yanıt yazmalıydı.
Belki de kaçardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
colourblind | harry potter fanfiction
Fanfiction"O bir gökkuşağıydı, ama herkes renk körüydü." ~Harry Potter hayran kurgusudur. Kendi eklediğim bazı karakterler ve olaylar dışında her şeyin telif hakkı J.K. Rowling'e aittir. Kitapta roman yazarı Anthony Doerr'e ait bazı karakterlerin değiştirilmi...