Şarkılar demişti.Ben şarkıların başlarını hiç sevmem.
Başlarda hep daha bir durgun, daha bir sessiz oluyorlar derdi, hiç coşkuyla başlayan şarkı gördün mü diye sorardı.
Gülüyordum genelde, tabii görmüştüm lakin sözcükler hiçbir zaman dilimin ucunda toparlanacak kadar güçlü değillerdi, yolun yarısında yitip giderlerdi.
Bu deyişi üzerine; hep, her zaman ve her daim aynı soruyu sorardım zira her seferinde farklı yanıtlar verirdi bana.Kristal bardaktaki son yudum şarap, Tanrı'nın yere gönderdiği son melek, kanser hastası bir çocuğun başındaki son tel saç, akan son damla kan gibi uçuktu sözcükleri birbirine.
"Neleri seviyorsun o halde?"
Normalde hep düşünür bir iki dakika, bu sefer bir saniye bile tereddüt etmeden cevap vermişti.
"Balıklar ve başlıkları."
Kelimeleri arasında yitik uçurumlar kullanmayı severdi, bir dediği birine tutmazdı lakin dengesiz de değildi, üstüne kasım yağmurları düşmüş bir Fritillary'ye benzerdi.
Sanırım benim de diğerlerinden ayrıldığım konu buydu, kimse en sevdiği çiçek olarak Fritillary'yi seçmezken ben onu aşkıma adamış, sevdiğime benzetmiştim, ikisinin de boynu bükük, yüzleri hiç gülmezdi.
Dini kitapları baş ucu kitabı yapar, sayfalarını kadife beline sıkıştırırdı, mesela en sevdiği eser Dorian Gray'in Portresi, altını çizdiği sayfaları koparır, kemeriyle sabitlerdi kendine, her yürüdüğünde düşerdi bir iki sayfası, bu da onun ayak izleriydi.
Ayak izleri de, zihni ve dili kadar zatiydi.
Ben toplardım arkasında bıraktığı izleri, toparlayıp katlardım hepsini, saklardım ve garip olan, yalnızca kitapların ön sözlerini düşürürdü, diğerleri, beline yapışık, düşmemeye ant içmiş gibiydi.
Belki bilerek yapıyordu bunu, beni şaşırtmak adına kurduğu küçük bir oyundu bu.
Ya da gerçekten hikayelerin son kelimeleriyle kendine yaptığı görünmez halatla asıyordu kendini.
Ben, Mark Lee'yi on sekiz yıldır tanıyordum.
Lakin sadece iki kere tam olarak tanıdığımı anlamıştım.
Bir keresinde bir karahindibayı yakmıştı.
Diğer seferinde ise kendini.
Tanrı'nın gözyaşlarını düşürdüğü bir günde, Mark Lee'nin gözleri boşalmıştı, ne ağlamaya ne de gülümsemeye kalmıştı hali.
Kilisedeydik sanırsam, babam eski dindarlardandı, her pazar giderdik kiliseye, belki de ilk karşılaşmamız oradaydı, unutmuştum.
Gözlerime bakmıştı, gözlerin güzel demişti, gözlerime aşık olmuştu sadece.
"Gözlerini düşürme."
Ne dediğini anlamamıştım, o güne kadar.
Yine yağmur yağıyordu ve Mark Lee, ellerinde her bir yaprağı özenle boyanmış çiçeklerle kilisenin yolunu tutuyordu, o gün her zamankinden daha suskun, daha yaralıydı sanki. Attığı her adımda belinden düşen yırtık sayfalar, ne bir sonu ne de bir başlangıcı çağrıştırıyordu artık.
O gün, ellerinde yıldızlı boyadan kalan son mavi boyayla dokuz yaşındaki bir kız çocuğunun başını okşamıştı, başka bir şeye de el sürmemişti mihraba varana dek.
Peterin o gün gecikeceğini bildiğinden her zaman yürüdüğü yoldan yürümemişti, ormanın içinden, diğer elinde tuttuğu bir kadehin içinde biraz göl suyu, kan ve sigara izmariti vardı.