Domates Önemli

7 0 0
                                    

              Yazmaya başlayacağım. Ne hakkında yazacağım konusuna gelirsek, o da ben yazdıkça belli olacak. Zaten biliyorum ki çok kişiye ulaşmayacak bu yazdıklarım. Ulaşsın diye de yazmıyorum zaten. İçimdekileri anlatabileceğim kimsem olmadığı için yazıyorum. Genelde eğer bulunduğum ortamda yalnızsam, yani evde kimse yoksa ve kimsenin beni dinlemediğinden eminsem, geçer aynanın karşısına kendi dertlerimi kendime anlatırım sesli bir şekilde. Ama şu an bu çok da mümkün değil. Çünkü; evde yalnız değilim ve telefonla konuşuyormuş taklidi yapmak da hoşuma gitmiyor. O yüzden ben de dedim en azından içimi yazarak dökeyim. Her ne kadar yazmak konuşmaktan çok daha yavaş olsa da (klavyeyi çok iyi kullanamıyorum, kullansam da insanın düşünme hızına yetişeceğini sanmıyorum) yazarken daha bir sakin kafayla düşünüyor insan. Hani derler ya söylediklerini kulağın işitiyor mu diye, işte işittiklerinden ziyade söylediklerini yazmak, görmek daha etkili oluyor ve ister istemez yazdığın cümleyi geriye dönüp bir kez daha okuyorsun baştan, beğenmediysen düzeltiyorsun. Bu arada, cümleyi yazana kadar ne hakkında yazabileceğime karar verdim sanırım.

             Beni tanıyalım. Ben yirmili küsur yaşlarında bir hanımefendiyim. Biraz vahşiyim kendi tabirimle. Vahşilikten kastım öyle hırçın, etrafına zarar veren, saldırgan anlamında değil de daha çok kendi başıma vakit geçirmeyi ve de doğayı çok seven bir vahşi. Evet, anlaşabildiğim, daha doğrusu beni anlayabildiğini düşündüğüm insan sayısı bir elin iki parmağını geçmez, beş parmağını bile değil. Onlar da öyle insanlar ki bazen beni anlamaları bile canımı sıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, onlar kötü insanlar olduklarından değil, ben kasıntı olduğum için. Bünyem anlaşılmaya alışık olmayınca ters tepki verebiliyor. Hatta kendimde şunu bile gördüm ki, beni dikkatle dinleyen, söylediklerimle neyi kastettiğimi bilen birini görünce içimden şu soruyu soruyorum: Yahu acaba konuyu nasıl ters köşe yapıp da beni anlamadığını hissettirebilirim? İşte böyle de bir yabaniyim iletişim konusunda.

            Hele biri bana iltifat etmeyegörsün. Ne diyeceğimi bilemem. Genelde reddederim, kendimi aşağılarım. Mesela şöyle: -Ne kadar güzel saçların var. -Yok ya baksana hep kırık. Çok da yavaş uzuyor.

             Tabi ben de bazen kalabalık arkadaş grupları olan, birlikte bir şeyler planlayan, tatillere giden insanlara imrenmiyor değilim fakat denedim ve olmadı. Artık bunu kabullendim. Ha ne kadar denedin diyeceksiniz, ilk okula başladığımdan beri, gerek ailemin dürtmeleriyle gerekse öğretmenlerimin çabalarıyla, üniversitede ortam yapma kaygısıyla çok girişimlerim oldu. Lakin gelin görün ki ben çoğunluğun yaptığı bir şeyleri yapamıyorum demek ki. Belki bunu sonra yazarım.

           Yalnız olma isteğim vahşiliğin bir yüzü. Diğer yüzü ise doğada olma arzum. Daha yaşın kaç ki hemen bu hızlı akan dünyadan, metropollerden, hayat koşuşturmacasından bıktın? Diyeceksiniz. Bıkmadım. Bunlar beni bunalttığı için değil (evet bazen bunaltıyor ama yaşanılmaz değil) ben doğal yaşamı daha çok sevdiğim için orada olmak istiyorum. Hem yalnızlığımla da uyuşuyor. Düşünsene, Torosların tepesinde kendi evindesin. İnsan yok, araba yok, tıklım tıklım alışveriş merkezleri yok. Bol ağaç, tertemiz toprak (ah toprak!), masmavi gökyüzü var. Neden yaşım bu kadar gençken ömrümün en enerjik zamanlarını böyle ter kokusuyla dolu metrolarda, adım atacak yer olmayan barlarda, ne yediğimiz beli olmayan restoranlarda geçireyim ki. İşte oturup bunu düşünüyorum ben de. Yaşıtlarım plazalarda çalışmayı hayal ediyor, kimi hangi model araba almak istediğine daha şimdiden karar veriyor. Bilmem ki. Saygı duyarım. Herkesin kendi hayatı.

             Bana göre insan ne yerse odur mesela. Domatesi eline aldığında domates gibi kokmalı, plastik kokuyor bugün çoğu. Hele bir kere elmaların daha parlak görünmesi için parafinle kapladıklarını okumuştum. Şimdi onu yedikten sonra hormonlarımızı nasıl dengeleyecek bu vücut. Elbette kimimiz daha sinirli kimimiz daha uyuşmuş olacak. Bir elma farklı farklı insanlar sokacak toplum içine. Ondan sonra bul bulabiliyorsan huzuru, barışı. Oysa sabah uyansak, bahçemize gitsek. Kahvaltılıklarımızı kendi ellerimizle toplasak, içimiz rahat beslensek kötü mü olur? Bundan daha güzel bir servet var mıdır? Hemen toprağa dönmeliyiz, toprağa. Buradan belki bir ihtimal beni okuyacak akranlarıma sesleniyorum. Gelin onlar gençliklerini plazalarda çürütürken biz toprakta yeşertelim. Vallahi bizim sadık yârimiz odur.

           İşte böyle. Bak yazdım içim rahatladı. Şimdi gidip bir çay yapayım. Umarım onun da içine kötü şeyler katmamışlardır. Korkuyorum bu çağdan... Hoşça kalın.   

Okuyanlara EyvallahHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin