37

685 371 19
                                    

İngiltere, Addison Malikânesi

Beyaz Oda

21 Haziran 2018

Bir tost, iki dilim domates ve salatalık, üç tane zeytin ve bir bardak portakal suyundan oluşan küçük kahvaltımdan geriye sadece zeytin çekirdekleri kalmıştı. Hemşire, damar yolumu kapattıktan sonra odamdan getirdikleri kıyafetlerimi bana uzatıp artık burada işimin kalmadığını söyledi.

Eliot'a rağmen bu malikâneden bir an önce gitmek istiyordum ama ilk işim, okumak için sabırsızlandığım babamın defteriydi ve artık elimdeydi. Odamda sessizlik içinde okumak istediğim için hızlı bir şekilde hazırlanıyordum. Gözümü defterden ayırmadan giyinmeye çalışıyordum. Sanki bir anlık göz temasını kaybetsem tekrar benden alınacakmış gibi geliyordu.

Defterin içinden ucu gözüken fotoğrafı başparmağımla hafif çekerek elime alma içgüdüme karşı koyamadım. Bu, Bolu'da defterin içine koyduğum en mutlu aile fotoğrafımızdı. Sanırım bir daha hiç o kadar mutlu olamadık. Annemin birden içine kapanıp kendini bizden uzaklaştırması ve babamın eğitim takıntısı ailemizin üstüne bir kara bulut gibi çökmüştü. Şimdi geldiğimiz noktada ise bir aileden söz etmek artık mümkün değildi.

Kapının çalınmasıyla birlikte gözlerime hücum eden gözyaşlarımın geriye kaçması ve fotoğrafı saklamam bir oldu. Gelen kişi ise yutkunmama ve küçük çaplı şok yaşamama neden oldu.

Bu, Eliot Addison'dı.

İlk defa bu kadar net görüşe sahip olup hâlâ beni etkilediğini kabul etmek zorunda kalsam da artık duygularıma hâkim olabiliyordum. Giydiği düz siyah tişörtle yüz hatları iyice ortaya çıkmıştı. Bu çocuğa siyah renk ne kadar da yakışıyordu. Onu görmek içimi büyük bir mutlulukla doldurmuştu ama kalbimin sesini kısıp bu malikâneden gideceğimi kendime hatırlattım ve durağan bir ses tonuyla konuştum.

"Burada ne işin var?"

"Sanırım bu evde yaşıyorum."

Ahh bu çocuğun espri yeteneği kesinlikle geliştirilmeliydi. Hafif tebessümüyle gamzesi belirirken birden ciddileşip "İyi olduğunu görmeye geldim" dedi.

"İyiyim, teşekkürler" deyip yatağın kenarına oturdum. Robert Amca'nın bıraktığı sandalye az ötede duruyordu ve Eliot da oraya oturdu.

Aramızda biraz mesafe vardı ama çekim gücü o kadar kuvvetliydi ki bir mıknatısın diken diken yaptığı demir tozları gibi ensemdeki tüyler havaya kalkmıştı. Gözleri gözlerime kenetlenmiş endişeli gözlerle bana bakıyordu. O söze başlamadan önce bakışlarımı kaçırdım.

"Neden böyle bir şey yaptın Eva?"

"Ne yapmışım?"

"Kendini riske attın. Soğuk suyun altına girmişsin ve kolyeni çıkarmışsın. Bunu neden yaptın?"

"Kafam çok karışıktı bilemiyorum."

Neden beni hesaba çekiyordu ki? Gerçekten benim için endişeleniyor muydu?

"Korumalar bulmuş seni."

"Üzgünüm."

"Bir daha böyle bir şey yapma lütfen!"

"Merak etme yapmam. Buradan gidiyorum zaten."

Cümlemin bitmesi ile birlikte ayağa kalkması ve oturduğu sandalyenin geriye düşmesi bir oldu. O kadar ani ve hızlı hareket etmişti ki yerimden sıçradım.

"Bunu yapamazsın" dedi.

Şimdi ben de ayağa kalkmıştım. Bu ani kalkma yüzünden birbirinize oldukça yaklaşmış neredeyse sıcaklığını hissetmeye başlamıştım. Teni çok güzeldi. Boynundan yayılan kokusu bana ulaştığında başım dönmeye başlamıştı bile. Ondan etkilenmemenin tek bir yolu vardı. O da; buradan olabildiğince çabuk bir şekilde kaçmak. Babamın defterini iki elimle göğsüme bastırıp kapıya doğru yürüdüm.

"Üzgünüm Eliot" dedim ama kapıdan çıkamadım.

Uzun bacakları ile kapıya bir iki adımda ulaşmış ve kaslı kolları ile araladığım kapıyı itip tekrar kapatmıştı.

Ben kapıya dönük dururken o yan durmuş bir şekilde boynuma doğru nefes alıp veriyordu. Bir sonbahar rüzgârını andıran soğuk nefesi tenime her ulaştığında ürperiyordum.

Ne kadar süre öyle kaldık bilmiyorum. Beş saniye mi, on dakika mı yoksa bir ömür mü? Gitmeme izin vermesi için ona dönüp bakmak istiyordum ama yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. Başımı yavaş yavaş sola doğru kaydırıp gözlerinin içine baktığım da aramızdaki mesafeyi yok edip dudaklarını dudaklarıma kenetledi. Gözlerini kapatıp hareketsiz bir şekilde beni öperken sanki bir mühür basıyormuş gibiydi.

Kolları omurgamda bir süre dolandıktan sonra bana sıkıca sarılmak için kenetlendi. Aslında ben de ona sarılmak, ellerimle yüzünü okşayıp, gamzesine dokunmak istiyordum ama sadece gözlerimi kapatmış hareketsiz bir şekilde ânın tadını çıkarıyordum. Onu durdurmak için sol elimi kaldırıp göğsüne dokundum. Aman Allah'ım! Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. O an, onun için her şeyi yapacağımı anladım.

Dudaklarımı bırakıp çok yavaş hareketlerle boynuma bir öpücük kondurduktan sonra başını saçlarımın arasına gömüp, derin bir nefes çekti ve kulağıma doğru eğildi.

"Lütfen beni bırakma!" diye fısıldadı. Ağlamak üzereydim.

Bu romantik anda dünya üzerinde belki de söylenemeyecek tek cümleyi söyledim.

"Seni tanımıyorum bile."

Cevap vermesine fırsat vermeden kapıyı açıp koşarak asansöre gittim. Tüm vücudum hayatımdaki bu ilk öpücüğün heyecanı ile titriyordu. Odama geldiğimde ise Eliot'ın tadı hâlâ dudaklarımdaydı.

Bunu yapamazdım. Ondan uzakta yaşayamazdım. Buradan gidemezdim. Beni bırakma demişti. Nasıl bırakabilirdim ki? Tüm bu tarikat hikâyelerinin, ayinlerin, intiharların ötesinde bir gerçek vardı. Birbirimize ilk görüşte âşık olmuştuk. Sanki birbirimiz için yaratılmış gibiydik. Eğer inanmak istedikleri bir şey varsa o da bu aşkın gerçek olduğu olmalıydı.

Gözlerimi odamda gezdirdim. Her şey yerli yerindeydi. Korumadan istediğim kitap çalışma masasının üstündeydi. Sanırım beni de o bulmuştu.

Derin bir nefes alıp koltuğa oturdum. Şimdi her şeyi bir kenara bırakıp gerçekleri öğrenme vaktiydi. Bacaklarımı karnıma doğru çekip babamın defterini açtım. İşte bana yazılan ilk sayfa karşımdaydı.

SESSİZ -Bir Göbekli Tepe Efsanesi 1-#Wattys2021Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin