"N'aber, sütlaç?"
Yunus Emre. Ve hemen arkasında dibinden ayırmadığı yaveri Burak.
İtiraf etmeliyim ki, onları karşımda gördüğüme epeyi şaşırmıştım. Kütüphanede, özellikle bu saatte ne işleri olabilirdi ki? Onları azacık tanıyorsam, ders çalışmak için gelmediklerine emindim. Suratlarındaki alaycı sırıtış ve o kadar yer varken gelip tam da benim karşımda dikilmeleri, gerçekten de farklı bir niyetleri olduğunun kanıtıydı.
Bu ikili, her üniversitede mutlaka bulunan, derslerini siklemeyen ve tek derdi kız düşürmek olan barzo tiplerdi. Senelerdir mezun olamamaları bunun en büyük kanıtıydı.
Dönem başından beri hastalıklı bir biçimde benimle uğraşıp duruyorlardı. Uğraşma nedenleri ise Yunus Emre'yle çıkıp sonradan onu terk eden Berrak diye bir kızın, bana çıkma teklif etmesiydi. Tabii ki, ilgi alanıma girmediği için kızın teklifini kibarca reddetmiştim ama bu, kızın peşini hala bırakmayan Yunus Emre'nin bana olan nefretini söndürmemişti.
Onu beğenmeyip terk eden bir kızın, bana ilgi duymuş olmasını, ha bir de üstüne reddedilmiş olmasını o çok değerli erkeklik gururuna yedirememişti tabii.
Hakkımda çıkan malum dedikoduların yayılmasında onun ve kankası Burak'ın büyük payı olduğuna inanıyordum, büyük ihtimalle haklıydım da. Beni gördükleri yerde sataşmadan geçemezlerdi, laf atmak, lakap takmak, üzerime bir şeyler dökmek, bunlardan birini mutlaka yaparlardı.
Hatta bir keresinde kavgamız fiziksel boyuta ulaşmıştı ve rektörden uyarı almıştık. Yunus Emre'den o gün burnuma yumruk ettiği için nefret ediyordum ve aslında içten içe bunun intikamını almak istiyordum.
Ama bu gün değil.
Şimdi karşımda tilki gibi parlayan mavi gözleri ve iğrenç sırıtışıyla duran Yunus Emre'yle hiç kavga edesim yoktu. Şu an ne yeri, ne de zamanıydı, çünkü yetiştirmem gereken bir ödev vardı ve her dakika benim için altın değerindeydi.
"Sen kütüphanenin yolunu bilir miydin, Yunus'cuğum?" dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak. Onları nasıl başımdan atabilirdim bilmiyordum, eğer biraz daha yüksek sesle konuşursak kütüphane görevlisi üçümüzü de dışarı şutlayacaktı. Sonuç olarak olan yine bana ve ödev yapma planıma olacaktı.
"Seni gece gece yalnız bırakmayalım dedik," diye Yunus Emre'nin arkasında dikilen Burak araya girdi. "Malum, korkarsın falan." Bunu dedikten sonra Yunus Emre'ye doğru döndü ve sanki çok komik bir şey söylemiş gibi gülmeye başladılar.
"Kahkaha şelalesinden bir yudum," dedim düz bir suratla. O sırada kütüphanecinin öldürücü bakışlar eşliğinde bize doğru yürüdüğünü farkedip bir küfür daha savurdum içimden. Al işte, bu salaklar yüzünden ben de atılacaktım. Belki de kadına yavru köpek bakışlarıyla bakıp yalvarırsam bana acıyabilirdi.
"Hey, siz üçünüz," dedi kadın, işaret parmağını bize doğrultarak. Minyon ama tombul bir kadındı, yüzü genç gibi dursa da beyazlaşmış saçları onun ellilerinde olduğundan haberciydi. Üstelik gözüne taktığı kocaman yuvarlak gözlükler onu daha da yaşlı gösteriyordu.
"İsterseniz mikrofon verelim, daha rahat konuşun? Kütüphanede olduğunuzu unuttunuz galiba." diye dalga geçti kadın, yanımıza varınca. Ben sertçe yutkunurken, Yunus Emre ve Burak o iğrenç sırıtışlarını suratlarından silmemişlerdi. Bu hareket kadını daha fazla kızdırmış olmalıydı ki, biz daha bir şey demeden "Üçünüz de dışarı!" diye bağırdı.
Bunu duyar duymaz hemen elim ayağım dolaşmış bir şekilde lafa atladım.
"Ablacığım, vallahi ben bir şey yapmadım, sessizce ders çalışıyordum, bu ikisi gelip maydonoz oldular bana..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MECZUP
Misterio / SuspensoBir akıl hastanesi düşünün...Çalışanları tuhaf, yemekleri tuhaf, hastaları tuhaf...Ortada bir şeyler dönüyor, herkes farkında ama kimse ne olduğunu sorgulamıyor...Neden susuyorlar? Kimden korkuyorlar? Belli değil. Şimdi ise geleceği parlak, zeki bir...