Namjoon'u ve üvey annesi olduğunu anladığım kadını gördüğümden beri üç gün geçmişti. Ne tepki vereceğimi bilmediğim için hiçbir şey yapmadan orayı terk etmiştim. Hiçbir şey diyemezdim çünkü Namjoon'un hayatında ufak bir yerim bile yoktu ve bana söz hakkı düşmezdi. Yine de düşünmeden edemiyordum. Nedendir bilmem aklıma geliyordu sürekli.
Sağ elimi çenemin altına koymuştum ve düşünceli bir şekilde pencereden dışarı bakıyordum. Karşımdaki sandalyenin çekildiğini gördüğümde kim olduğuna bakmak için kafamı kaldırdım ve onu gördüm. "Buraya oturabilir miyim, Sim Jung?" dedi gülümseyerek.
"Oturdun zaten," dedim Namjoon'a bakarak. Elindeki çikolatayı gördüğümde bakışlarım eline kaymıştı.
Çikolatayı önüme doğru ittirdiğinde kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Çok sesli olmasa da gülmüştü ve güzel bir tebessüm yerleştirmişti yüzüne. "Çikolatayı almayı düşünüyor musun, Sim Jung? Eğer almayacaksan ben yiyeceğim."
Omuz silkerek elindeki çikolatayı aldım ve paketini açtım. Tam yemek için ağzıma götürüyordum ki durdum ve Namjoon'a baktım. "Sen de ister misin?" diye sordum.
"Hayır, senin için aldım." dedi beni şaşkın bir halde bırakırken.
Açıkçası şaşırmıştım. Bir aralar benimle konuşmaya bile tenezzül etmeyen insan yanıma oturmuştu. Daha da önemlisi bana çikolata almıştı. Sanki imkansız bir şeyden bahsediyor gibiydim. Uzatmadan çikolatayı yemeye başladım. Gözüm hâlâ onun üzerindeydi. Onun da gözleri bendeydi.
"O gün," diyerek konuşmaya başladığında söyleyeceklerine dikkat kesildim. "Gördüklerini kimseye söylemediğini düşünüyorum, Sim Jung. Öyle bir karaktere sahip değilsin ama ben yine de senden rica ediyorum, lütfen aramızda kalsın."
"Öyle bir karaktere sahip olmadığımdan nasıl emin olabiliyorsun?" dedim sorulacak en saçma soruyu sorarak. Odaklanmam gereken şey aramızda kalsın demesiydi ve benim tamam demem gerekirdi. Oysaki ben, o tarz bir karaktere sahip değilsin demesine odaklanmıştım.
"Yoksa birine mi söyledin?" Gözleri şüpheyle irislerimi turladı.
Dudakları düz bir çizgi hâlindeyken çikolatamdan büyük bir ısırık daha aldım ve omuzlarımı silktim. Çikolatam bittiğinde hâlâ beni beklediğini fark ettim. "Hayır tabii ki, kimseye söylemedim. Sen benim sorduğum soruya odaklansana."
"Sadece gözlemlediğim kadarıyla konuşuyorum." Omuzlarını silkti tıpkı benim gibi. "Her neyse, nasılsın Sim Jung?"
"Yolda giderken suikast girişimine mi maruz kalacağım yoksa gizli gizli hastaneye götürdün de ömrümün az kaldığını mı öğrendin? Söylesene, ne kadar yaşayacağım? Hemen ölmeseydim, daha gerçekleştirilecek hayallerim vardı." Gözlerimi kısabildiğim kadar kıstım ve korkuyla beni izleyen yüzüne odaklandım.
"Dediklerinin hiçbiri doğru değil. Tanrı aşkına, neden böyle düşündün?"
"Normalde beni görmeye bile tahammül edemediğini zannediyordum. Bana çikolata alman ve benimle normal bir şekilde sohbet etmen şaşırtıcı."
Yüzünde silik bir tebessüm oluştu. Gözleri derin bir kuyuyu andırırken yorgun gözleri sanki bir mercan parçası gibi parlıyordu. "Sana tahammül edemediğimle ilgili hiçbir şey söylemedim çünkü öyle bir durum söz konusu değil. Aksine, herkesten farklı bir yapın olduğunu düşünüyorum. Sen farklısın."
"Tabii ki farklıyım." Elimdeki paketi iyice buruşturdum ve çantamı koluma asarak ayağa kalktım. "Beni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle uğraşan bir dünyada yaşıyorum. Ve ben bu dünyada kendim olarak kalabilmek için çabalıyorum. Biliyor musun, bu dünyanın en zor savaşı."
Gülümseyerek sandalyeyi düzelttim ve ilerledim. Her zaman Namjoon mu beni bir yerlerde yalnız başıma bırakacaktı? Biraz da ben onu bırakayım ki nasıl bir şey olduğunu anlasın. Empati duygusunun gelişmesi lazımdı.
Üniversiteden çıktıktan sonra yol boyunca yürüdüm. Girdiğim bir marketten lolipop aldıktan sonra paketi açtım ve dilimde gezdirdim. Şans eseri yürümek için seçtiğim bir mahallede geziniyordum. Aslında Kore'de zaman zaman böyle yolculuklar yapardım. Böylece hiç bilmediğim yerleri bile bilmiş olurdum. Benimkisi tamamen meraktandı. Ama yine de bu mahalleler bana çok şey öğretmişti.
Bir anda bağırma sesleri duyuldu. Ne olduğunu anlayamadığım esnada küçük bir çocuk koşarak yanımdan geçerken bana çarptı. "Yavaş olsana küçüğüm." dedim arkasından. Ağzımda lolipop olduğu için dediklerim pek anlaşılmıyordu ama yine de anladığına emindim.
"Orada dikilip duracağına sen de kaç abla. Yoksa kulakların kızarıp domatese dönene kadar ağlarsın."
Ne demek istediğini anlayamadığım için arkasından anlamsızca bakarken kocaman göbekli, yaşlı bir amcanın bana doğru yaklaştığını gördüm. Gözlerim avcısını görmüş ceylan gibi ürkekçe bakarken elindeki büyük sopayı fark ettim.
"Eşek sıpaları, bu kırdığınız kaçıncı pencere?"
Sinirle soluduğunda elindeki sopa büyüdü sandım. Çocuğun dedikleri aklıma geldiğinde beklemeden koşmaya başladım. Öyle hızlı koşuyordum ki, çocuk kurtulmuştu ama ben koşmaya devam ediyordum. Ben sadece bilmediğim bir mahallede geziniyordum. Öylece gezinirken kovalanan kişi neden ben olmuştum?
Nefes nefese koşmaya devam ettiğimde omzumun üstünden arkama baktım ve amcanın gelip gelmediğini kontrol ettim. Gelmediğini gördüğümde durmak için önüme dönecektim ki önümdeki tümseği göremediğim için tökezledim ve yere düştüm.
Gözlerim kapanmış bir şekilde yüz üstü yerde yatıyordum. Dizlerim asfalta sürtünürken çıplak tenimin değdiği yerlere çakıl taşları batmıştı. Öylece yerde uzanırken biri elini uzattı ve gözlerimin önüne tuttu. Kim olduğuna bakmak için kafamı kaldırdığımda yakışıklı, hatta fazlasıyla yakışıklı, birini gördüm.
Tanrım, sen neler yaratıyorsun öyle?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dreams of hope • kim namjoon ✔
أدب الهواة"Sen bir kelebeğe ölümden bahsediyorsun. Eğer kelebek ölümden korksa kanat çırpmak için özgürlüğünü hiçe sayar mı? Bana bak, ruhumun tozlu sayfalarını tırtılken yaktım. Şimdi kelebeğe dönüşüyorum, mürekkep akmış siyah sayfaları yakıp kül ederken ben...