he can sew her soul

889 46 61
                                    

Beklerken kanser olan acel için kurgumu ve kelimelerimi bir araya getirerek bunu yazdım. İyi ki doğdun bebeğim, seni seviyorum. :333

16 Ocak 1957

"Nasıl olduğunu bilmiyorum, sanki o başından beri vardı."

Parmaklarımın en az, iki odalı ufak evimizin ahşap kapısı kadar eskimiş olan bahçe çitlerindeki tutuşu hafifçe sıkılaştı. Uzun gövdesi ve heybetli görünüşüyle birkaç metre ötemdeki mezarlığın paslanmış kapısı önünde dikilen silueti ufak bedenimi korkuyla titretmek için olukça yeterliydi. Geriye doğru attığım her adımı sanki ölümün korkutucu sessizliğine eşlik eder gibi tekrarlayan adımlarla izledi.

Gözleri gökyüzünü kalbine almış dolunayın soluk gri ışığında hiçbir zaman anlamlandıramadığım o yeşil-ela rengine bürünmüştü. Öne doğru uzattığı elinin davetkar görüntüsü altında nedensizce endişelenmeye başladım. Korkmana gerek yok Alegra diye tekrarlamaya devam ediyordum içimden. Güzel gülüşü ve gözlerinin kenarlarında oluşmuş hafif kırışıklarla annemden çok da büyük gözükmeyen bu adam bir bakıma güvenilir bile olabilirdi.

Ama annemin söylediğine göre bu saatte burada bekçi dışında kimse olmazmış ve ben her ne kadar Bay Thompson benimle konuşmaya çalışsa da ona karşılık vermemeliymişim. Ona Bay Thompson'ın iyi biri olduğunu ve onu sevdiğimi söylediğimde kolumda izi birkaç gün solgun tenimde kalacak bir morluk bırakıp onun ölülerle konuşmaktan zevk alan şizofrenin teki olduğunu söylemişti. Şizofren ne demek bilmiyordum ama bu adamın Bay Thompson olmadığını biliyordum. Bu adam Bay Thompson değildi ve gözümü her kırpışımda sanki bana bir adım daha yaklaşıyordu. Yine de daha fazla eriye gitmedim.

"Alegra?" diye mırıldandı ufak yüreğimin içini heyecanla doldurmaya yetecek güzellikteki sesiyle. İsmimi bilmesinin getirdiği korkuyla kaşlarım bir kez daha çatıldı. Yalnızca bir saniye sonrasında ufak alnıma değen nemli dudaklarının beklenmedik sıcaklığıyla titriyordum. Büyük elleri başımın arkasını kavrayarak beni geniş göğsünün üzerine bastırdı. Tıpkı yağmur yağdıktan sonra arka bahçemizi esir alan ıslak toprak gibi kokuyordu. Bir süre parmaklarının rüzgardan kabarmış kıvırcık saçlarımın üzerinde dolanışını hissettim.

Ufaktım ve korkuyordum. Onun canımı yakabileceği fikri kusursuz kişiliğini tanımamanın getirdiği cahillikle aklımda cirit atıyordu ve ona karşı koyamayacak kadar güçsüz olduğumu bilecek kadar zeki bir çocuktum. Bir süre daha yalnızca saçlarımı öperken çıkardığı seslerin ve derin nefeslerimin doldurduğu havanın tenimi ısırmasına müsaade ettim.

Kendimi birkaç adımda kollarının arasından çıkarıp çatılmış kaşlarımla karşısında durduğuma gösterdiğim cesaret karşısında eğlenir gibi bir hali vardı. Başımı eğerek bakışlarımı uçuk bir maviyle renklendirilmiş panama kumaşından elbisemin eteklerine çevirdim. Tıpkı dudakları kadar ılık olan parmakları çenemi kavrayıp kahverengi gözlerimi parlayan açık eşile buladı.

"Kaybolmuş ruhumu incinmiş bedenine siper edebilmek için her zaman burada olacağım miniğim." Sıcaklığının terk ettiği bedenimin boşluğa düştüğü ilk seferinde, yalnızca yedi yaşındaydım.

27 Haziran 1960

"Ruhumdan parçalar kaybetmeye başladığım ilk seferde, bir bütün oluşturabilmek için kendininkinden çalmaya başlamıştı."

"Hayır!" göğsüme tohumlarını bırakmış katlanılmaz acı her geçen saniye bedenimde daha da yer ediniyorken boğazımı yırtan çığlığın benden geldiğinden emin bile olamıyordum. Sanki olabilecek en kusursuz renklerle kuşatılmış zihnim zeminde parlayan kan kadar koyu bir renkle lekeleniyordu. Aynı kelimeyi onlarca kere tekrar ederek artık benim için cehennemden farkı kalmayan evden dışarı çıkarken gözlerimin önünde defalarca kere canlanan vahşeti durdurabilmek için bir çıkar yolu arıyordum.

doesn't existHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin