₰ VI

431 39 7
                                    

Acını görürler, acını duyarlar, acına tuz basarlar ve hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederler.

Küçük bir çocukken yatağımın altında canavarlar olduğuna inanırdım. Geceleri herkes en tatlı rüyalarında yolculuğa çıktığında, keskin pençelerini zihninizin en ücrada kalmış yerlerine geçirirlerdi. O rüyalar bir kabusa dönüşür, kaçmaya çalıştıklarımı sahipsiz kalmış kıyılarıma  vururdu.

Henüz altı yaşımdaydım.

Eski evimizde odam çatı katındaydı. Tavanı camdandı ve güneş yerini aya bıraktığında, ayın eteği altında toplanmış yıldızlar odamın içinde parlardı.

Annem bir sinir krizi geçirmişti. Beni doğurduktan sonra, eskisi gibi teklifler alamadığı için hıncını o an herkesten alırdı. Bir nevi sakinleştirici görevi görüyordu çevresindeki insanların kalbini kırmak. Annem bana karşı suçlayıcı sözler sarf ederken, salondan kaçarak odama sığınmıştım. Arkamdan gelmesinden korktuğum için kapımı kilitlemiş ve odamın ışıklarını açmadan saatlerce o karanlıkta oturmuştum. Yükselen öfkeli sesi odama kadar geliyordu. Kulaklarımı kapasam dahi yatağım altındaki canavarların oyunu olmalı ki, sürekli aynı ses zihnimin içinde dönüp durmuştu.

O zamanlar bir dadım vardı. Ona dadı demek pek içimden gelmiyordu doğrusu; çünkü bana dadılıktan daha fazlasını vermişti: Bir abla, arkadaş, bir anne. O yaşlarda sahip olamayacağım her şey sanki onunla var olmuş gibiydi. Benim için bir pelerin takmasa dahi, bir kahramandı.

Bayan Yongsun her çocuğun isteyebileceği bir anneydi ama hayat ona da adil davranmamıştı. Tanrı onun karşısına benim gibi uğraşılması güç bir çocuk çıkarmıştı.

Önüme koyulan kahve kupasından yükselen buharı izledim bir süre sessizce. Bir öğleden sonra kendimi burada bulmuştum. Bayan Yongsun'un tek katlı evinde. Yaşadığı mahalle Seul şehrinin en izbe yerlerinden biriydi. Birbiri içinde olan evler, dar sokaklar boyunca ilerliyordu. Ona çoğu defa bizimle kalabileceğini söylesem de bunu ısrarla reddetmişti. Küçük ve sevimsiz de olsa kendine ait bir yerde yaşamak yıpranmış ruhuna iyi geliyordu.

Oldukça yaşlanmıştı. O genç ve dinç halinden eser kalmamıştı artık. Yaşanmışlığın gölgeleri uzun çizgiler halinde alnını ve dudak kenarlarını sarmıştı. Ama hâlâ gülerken küçülen gözlerinde yaşama sevinci, bir ışık gibi parlıyordu.

O partinin üstünden geçen iki gün sonra kendimi buraya atmıştım. İki gündür herkesten kendimi soyutlamak istemiştim ama sonunda ağır basan konuşma isteği beni tek dinleyicimin kapısına getirmişti.

"Yemeklerini düzgün yiyor musun? Kendini aç bırakayım deme sakın. O güzel yüzün solmuş." Bayan Yongsun beni görür görmez konuşmaya başlamıştı. "Çok güzel kimchi yapmıştım. Getireyim mi sana? Hatta bir kaba koyayım eve de götür."

Onun bu haline gülümsedim ama bu çok kısa sürmüştü. Gülünce iki yana kıvrılan dudaklarımla gerilen yanaklarım ağrımıştı.

"Neden hiç konuşmuyorsun, yavrucuğum?" Karşımda duran koltuktan kalkıp yanıma oturmuştu. Ellerimi saçlarıma gitti ve kısacık olan saçlarımı okşadı. "Üzmüşler seni. Bu saçları bu kadar kestiğine göre. Seni üzen şey ne?"

Buraya geldiğimden beri ilk defa dudaklarım kıpırdandı. "Tek bir şey olsaydı keşke. O kadar şey var ki, ben bile bazen neye bu kadar üzüldüğümü unutuyorum."

"Bana anlatabileceğini biliyorsun. Onlarla tek başına savaşmak zorunda değilsin. Sana bunu daha önce de söylemiştim."

Biliyordum. Ben küçükken o çatı katındaki odama kaçtığımda kendimle ağlamamak için savaşırken söylemişti.

Heaven in the DarknessHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin