[Kirli, kirli şehir.]

118 9 6
                                    

Oturuyorum. 

Gözlerimi parmak uçlarıma dikmiş, sessizce oturuyorum. 

Küçük odamdaki duvar saatinin tik takları arasında kaybolmuş bir şekilde, titrek nefeslerim bir başka hıçkırığı karşılarken oturuyorum.

Oturmaktan başka, hiçbir şey yapamıyorum.

Şarjının ne zaman bittiğini fark etmediğim telefonuma çarpan elime döndüğümde, yine o karamsar siyah aynada kendimi izliyorum.

Çaresizlik, yüzümden okunan tek duygu olmuşken lekeli kanepemde öylece durmaya devam ediyorum.

En sonunda, yerimden kalkmaya karar veriyorum.

Odamdan çıkıp uzun koridor boyunca yürüyerek balkona ulaştığımda, tek bir sandalyenin sığabileceği büyüklükteki boşluğa kurulup gri bulutlara dikiyorum bu sefer bakışlarımı.

Kirli şehir, bana hiç iyi gelmiyor. Ondan nefret ediyorum.

Dizlerimi kendime çekerek küçüldüğüm sandalyede istemsizce 'Yok olmak istiyorum.' diye geçiriyorum içimden. 

Ama aslında, hiç de istemiyorum.

Kalabalık trafik, caddeyi gri egzoz gazıyla kirli bir renge boyarken karınca büyüklüğündeki insanların acele acele hareketleri anlamsız geliyor bana. Artık sadece tek düze atabilen kalbime, bu acele çok acınası geliyor.

Seni suçlamak, senden nefret etmek, hayatımda bir süreliğine de olsa varolduğunu unutmak istiyorum. Kaderimiz hiç çakışmamış gibi hayatıma devam etmek, bana o kadar cazip ama bir o kadar da uzak geliyor ki bilinçsizce dişlerimi birbirine bastırıyorum.

Aklıma açmadığın aramalarım gelirken telefonumu nasıl kırmadığıma hayret ediyorum. Çünkü seni kaybettiğimi anladığım anı pek net hatırlamıyorum. Belirsiz sesler, bulanık görüntüler ve sen varsın sadece. Bir de kalbimdeki boğazımı yaran acı, o var.

Ayağımın altında kalan cadde, sesli bir şekilde yaşamına devam ederken kapı zilim bir ziyaretçim olduğunu iletiyor bana. Sen olmadığını ve asla da olmayacağını biliyorum. Başka bir hıçkırık, boğazımı yararak yukarı ilerlerken deliler gibi çalan kapıya ilerliyorum. 

"Dostum, aramalarım telefonuna düşmüyor bile. Sana bir şey oldu diye ödüm koptu." 

Bedenimin, tanıdık dostun gelişiyle daha da güçsüzleştiğini hissediyorum. İpleri kopmuş bir oyuncak gibi girişe yığılırken Namjoon'un endişeli kolları bana destek oluyor. "Yoongi." diyerek başlıyor sözüne. Fakat bakışlarımı görünce, susuyor. Sanki ismin yasaklı bir kelimeymiş gibi, onu kullanmaktan kaçınarak "Geçicek." diyebiliyor sadece. Çünkü başka hangi kelimenin sarsılmaya başlayan bedenimi sakinleştireceğini bilmiyor.

Kapının yavaşça kapanma sesini duyuyorum. Namjoon ayağıyla yapmış olmalı, diye düşünüyorum. Ama pek umursamıyorum.

Ben, yerde oturmaya devam ediyorum.

"Hadi seni yatağına taşıyalım, hm?" diye nazikçe soruyor dostum. Çünkü, o da biliyor. Ne kadar çabaladığımı fakat şimdi dinlenmeye ihtiyacım olduğunu, o da biliyor.

Senin yaşarken benim için ölmüş olmanın ağırlığını, o da biliyor.

"Hiç.. konuştunuz mu?" diye anlamsız bir soru soruyorum güçsüzce, Namjoon'a dayanarak odama ilerlerken. Biraz tereddüt ediyor; bakışlarını suçlulukla kaçırıyor fakat ben, anlıyorum. Konuştuğunuzu, anlıyorum. "Çok acınasıyım." diye susturuyorum dostumu, ne zaman değiştirdiğimi hatırlamadığım bir çarşafla kaplı yatağıma zorlukla çıktığımda.

Augeon, Vicinia | NamgiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin