Bir yer vardı, bizim için inşaat ettiğim. Benim etten ve kemikten cennetime kabul ettiğim sen, kalbimi söküp alırken bir tek kendini düşündün. Böylesine bir celladın kollarına kendimi bırakırken bir tek kendime kızgındım.
Bundan iki ay öncesinde, ağustos sıcakları etkisini yitirdiği bir zamandı. Bayan Yongsun'u ziyarete gittikten sonra, Ay yukarıda parlarken evden çıkmıştım. Dar sokakta yürürken sadece kendi ayak seslerimi duyuyordum. Evlerin pencerelerinden dışarı yansıyan ışıklar, yolumu görmemi sağlayacak kadar aydınlıktı.
Arabamı park ettiğim yere gittim. Siyah renkli araba gölgelerin arasına karışmıştı. Hafif esen rüzgar belime kadar gelen saçlarımı dalgalandırıp oradan ceketimin içine sızıyordu. Arabanın kilidini açtıktan sonra, içimi ürperten bir his ile omzumdan geriye döndüm. Araba gibi gölgelerin arasına saklanmış bir bedenin belli belirsiz silüetini seçmiştim.
Yüreğim, bu beklenmedik an karşında kafesini hızla dövmeye başladığında sakinliğimi korumayı başardım. "Kimsin?" diye konuştum buz gibi bir sesle. Kalbimin titreşimlerinin sesime yansımaması yararımaydı. "Neden beni takip ediyorsun?"
Bayan Yongsun'un evine daha girmeden önce, arkamda kendi gölgem dışında bir gölgenin daha olduğunu hissetmiştim ama bunun benim kuruntum olabileceğine yormayı seçmiştim. Ama evden çıktıktan sonra bu his tekrar beni ele geçirdiğinde takip edildiğimden emin olmuştum.
Gözlerim kısıldı ve her kimse ışığın altına gelmesini bekledim. "Yoora." dedi daha sesini ilk duyduğum anda beni gafil avladı tanıdıklık hissi. Aniden boğazım kupkuru kesildi. Yutkunmaya çalıştım ama his, o kadar güçlüydü ki bir türlü başaramadım.
Karşımda duran kişiyi tanıyordum. "Johnny?" dedim zar zor duyulan bir sesle. Kısık çıksa bile katıksız şaşkınlık elle tutulur cinstendi. "Gerçekten sen misin?" Ne gözlerime ne de kulaklarıma inanabiliyordum. Şeytanın bir oyunu olduğunu düşündüm. Bir kamera şakası ya da bir sanrı. O an aklımdan bin bir türlü şey geçmişti.
"Evet, benim." dedi bana nazaran daha sakin bir şekilde. İyice yaklaşarak zaman içinde değişen yüzünü görmeme izin verdi. "Uzun zaman oldu."
"Öyle." dedim az önceye kıyasla daha sakin bir şekilde ama yine de parmak uçlarımdaki titreme devam ediyordu. "Bunca zamandan sonra neden şimdi karşıma çıkmaya karar verdin?"
Dudaklarını ıslattı ve gergince nefes alıp verdi. "Bana ayırabileceğin biraz vaktin var mı?" diye konuştu. Bu ses tonu bana hiç iyi bir şeyin habercisi gibi gelmemişti. Onun bariz gerginliği bir pire gibi bana da sıçradığında ricasını kabul ettim.
Ne konuşacağını merak ediyordum. En son ne zaman gördüğümü bile hatırlamıyordum. Ne konuştuk, neredeydik? Ona dair olan her şey, zihnimde bir karadelik tarafından yutularak sonsuz bir bilinmezliğe kaybolmuş gibiydi.
Arabaya bindikten sonra, Han Nehri'ni karşıya alan bir yere giderek banka oturduk. Önümüzde uzanan nehrin dalgaları kıyıya vuruyor, ıslattığı yer tam kurumadan bir yenisi onu takip ediyordu. Çıkacak olan fırtına sinyalleri, herkes tarafından hissedilince insan kalabalığından bir süreliğine kurtulmuştu burası. Konuşmak için ideal bir yer olacağını düşünmüştüm.
"Ne hakkında konuşmak istiyorsun?" dedim süregelen sessizliği dağıtarak. Johnny, hemen yanımda dirseklerini dizlerine yaslamış bir şekilde oturuyordu. Konuşmamla sırtını dikelterek benim gibi sırtını banka yasladı ve hafifçe bana döndü. Ama bu hareketi yaparken bile, benimle az göz teması kurmaya çalıştığı gözümden kaçmamıştı.
"YoonOh, geri geldi." dedi doğruca gözlerimin içine bakarak. Belki de bu sözlerinin, ne kadar keskin bir silaha dönüşüp beni ne boyutta yaralayacağına daha yakından tanıklık etmek istedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Heaven in the Darkness
ФанфикKim Yoora hayatını belli planlar doğrultusunda yaşardı. Ansızın karşısına Jaehyun çıktığında o planları kendine göre şekillendirdi ama gidişi ardında bir yıkıntıdan daha fazlasını bırakmadı. ... "Onu ilk gördüğüm an, anlamıştım onda farklı şeylerin...