(Gunhak)
Bomboş bir çiçek tarlasında yürüyordum. Neden burada olduğumu ve beni buraya neyin getirdiğini bilmiyordum. Bir şey arıyor gibiydim.
Etrafıma bakarken az ilerde, çiçeklerin arasında birinin uzandığını gördüm. Gözleri kapalıydı ve kocaman gülümsüyordu. Adeta bir meleğe benziyordu.
Tebessümle onu izlediğim sırada doğruldu. Beni fark edince gülümsemesi büyümüş, tepemizde ışık saçan güneşi bile geride bırakmıştı. Dünyadaki her şeyden daha güzeldi.
Yürümeye devam ederken, bir parçamı orada bıraktığımı hissediyordum. İçimden bir şeyler kopmuştu sanki. Fakat ruhumdaki derin boşluğa rağmen içim mutlulukla doluydu.
Kendi etrafımda dönüp çevreye baktığımda onu göremedim. Anlaşılan epey yürümüş, onun olduğu yerden uzaklaşmıştım.
Yüzüme damlayan sıvı, yağmurun hızlanacağını hissettiriyordu. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş hala parlarken, bu yağmur da nereden çıkmıştı?
Ben güneşi izlerken, bir anda gökyüzünün rengi değişmeye başladı. Güneşin yerini, tıpkı onun gibi ışık saçan bir ay aldı. Fakat ay kıpkırmızı ve ürkütücüydü.
Dikkatimi, bir papatyanın üzerine düşen yağmur damlası çekti. Sonra endişeyle gömleğime baktım. Artık eskisi kadar beyaz değildi. Gökten delicesine kan yağıyor, her şeyi kırmızıya boyuyordu. Gökyüzü bile artık kırmızı görünüyordu.
Endişeyle çiçeklerin arasındaki masum meleği aramaya başladım. Geri dönüp adımlarımı hızlandırdım ve telaşla seslendim.
"Dongju! Neredesin!"
Dongju? Bu adı nereden biliyordum? Onu nereden tanıyordum?
"Boğuluyorum Gunhak, kurtar beni!"
"Geliyorum, sakın korkma. Seni kurtaracağım!"
Hızla koşarken aniden ayağım kaydı. Koca bir akvaryumun içine düşmüştüm. Gökyüzünden yağan kanlar anında içine dolmuş, beni bir kan gölüne saplamıştı. Dongju hala korkuyla bağırırken, ben kanların içinde boğuluyordum.
"Lütfen yardım et. Beni öldürmek üzere."
Bu yoğun sıvının içinde hareket etmek oldukça zordu. Fakat sadece onu kurtarmaya odaklandım. Bütün gücümle zıpladım ve sonunda akvaryumun üzerine uzanıp çıktım.
Koşmaya başladığımda elimde açılan yarayı ve pantolonumdaki kesikleri fark ettim. Akvaryumun keskin üst kenarları, elimde kocaman bir yara açmıştı.
Aniden adımlarımı durdurup elime baktım. Gökyüzünden yağan kanlar bütün elimi kaplamıştı. Fakat sadece onlar değildi, elim kanıyor gibiydi. Üstelik açılan yara hala iyileşmemişti.
"Gunhak! Yapma! Lütfen yapma! Kurtar beni!"
"Geliyorum Dongju! Sadece aşkımızı hisset! Seni bulacağım!"
"Buradayım, sonsuzluk ağacının altında!"
Sonsuzluk ağacı? Düşünmem gerekiyordu. Sonsuzluk, gerçekten sonsuzluk anlamına gelmiyor olabilirdi.
"Neye benziyor?"
"Sadece, sadece simsiyah..."
Aniden okuduğum bir kitabı hatırlamıştım. Sadece vampirlerin bildiği ve çok eski bir vampirin yazdığı...
Sendo... Yani vampirler arasında aşk anlamına gelen, kökünde ise acıyı hissetmek olan kelime, yıllar önce bir ağaca verilmişti. Sendo ağacı...
Vampirler ona daima sonsuzluk ağacı derdi. Fakat hepimizin bildiğiyle aynı anlamda değildi. Olmak ya da olmamak... Aslında bütün mesele buydu.
Sendo, Portekizcede olmak anlamına geliyordu. Bu da ağacın varlığını sorgulamamızı kolaylaştırıyordu. Sendo ağacının içinde bir ruh olduğuna inanılırdı. Fakat aslında yoktu. Sonsuzluğa yakın birinin korkuları, o ruhu ortaya çıkarabilirdi. Daha kötüsü, o ruh tarafından öldürülebilirdi.
"Dongju! Hemen sakinleşmek zorundasın! Hemen şimdi korkularını yenmek zorundasın!"
"Yapamıyorum, benden nefret ediyor!"
Hızlı adımlarla koşarken aniden simsiyah gövdesi ve dalları olan ağacı gördüm. Yapraklarında asılı kalan kanlar, Dongju'nun yüzüne damlıyordu.
Siyah eldivenli biri onun boğazına sarılmış boğmaya çalışıyordu. Biraz yaklaştığımda o elin Dongju'ya ait olduğunu fark ettim. Fakat onun elini kullanarak ona saldıran kişi kendisi değildi.
Kırmızı gözleri ve kan içinde yüzüyle bana dönen öfkeli yaratık, korkuyla bir adım geri çekilmeme sebep olmuştu. Ona saldıran bendim. Bu, en büyük korkusunun ben olduğumu mu gösteriyordu?
"Kurtar beni, yalvarırım kurtar. Bu aşkın beni öldürmesine izin verme."
Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Var olmak ya da olmamak, ona bakmak ya da bakmamak, aşık olmak ya da olmamak... Her şey benim elimdeydi. Kanlı ayın cennet bahçesini kırmızıya boyamasına izin veremezdim.
Öfkeli Gunhak'ın kırmızı gözleri büyürken, kollarımı Dongju'nun etrafına sımsıkı sardım. Onu her şeyden koruyabilir, sonsuza kadar mutlu hissetmesini sağlayabilirdim.
Sakinleşmesi için saçlarını okşadım. Hızla atan kalbi bir düzene girmiş gibiydi. Ben de sakinleşmek üzereydim. Fakat sonra aniden göğsümdeki derin sızıyla kollarımı gevşettim. Elindeki şırıngayı tam kalbimin üstüne saplamıştı.
"S-sen... D-dongju..."
Etraftaki kötü olan her şey aniden yok olmuş, bütün kanlar silinmişti. Güneş eski parlaklığıyla cennet bahçesini tekrar aydınlatıyordu. Sadece gelincikler vardı kırmızı olan. Bir de birkaç damla kan, göğsümde saplı duran şırınganın açtığı yaradan süzülüyordu.
Dongju başını kaldırıp gözlerime baktığında, yaşlarım birbiri ardına akıyordu. Yine de onu düşünüyordum. Kendi rengine dönen bembeyaz Sendo Ağacı, mutlulukla üzerimize yapraklarını döküyordu. Bense göğsümdeki acıya rağmen onu aşkla öpüyordum. Huzurumun tek sebebi buydu.