Metal ayakları benek benek kabarmış, paslı bir ranzada yatan mahkûm, tavanın köşesini, iki taş duvarın kesiştiği yeri yuvalamış bir örümceği izliyordu. Tel tel, ipeksi ağın kıvrımlarında gezinen bu kırmızı benekli yaratık bir hayli açık seçikti. Zira gözleri karanlığa alışalı çok olmuştu mahkûmun. Sonra birden bire, hücrenin demir parmaklıklı penceresinden içeri süzülen kanatlı bir mahlûkata dikkat kesildi. Kar taneciklerine tutunmuş, puslu esintilere kapılmış, canı burnunda bir kelebekti bu. Kabuğunu yırtıp atarken mevsiminin geldiğini düşünmüş olmalıydı zavallı. Haksız da değildi; ilkbahar ayları gelmesine gelmişti ama Ulu Lapsis diyarını baştan aşağı örten karların aylardır yerden kalktığı da yoktu.
Kar taneciklerinin arasında debelenen, mahkûma göre ise ahenkle raks eden bu kelebek, sabahın tozuna, karların beyazlığına inat rengârenkti. Hücrenin griliğine tezat capcanlıydı. Gel gör ki, melül melül dört duvar arasındaymış gibi uçuşurken bir anda örümceğin ağlarına takıldı. Mahkûm gibi, onun da vakti dolmuştu.
Adam anlıyordu; kâinatın kendi yolu yordamınca bir işaretiydi belki de bu. Kaderine boyun eğip gözlerini yumduğu sırada kara bir sopa, hücrenin parmaklıklarına sürte sürte çarpmaya başladı. Aynı anda gardiyanın kulak tırmalayıcı o şirret sesi de tüm zindanı inletiyordu.
"Vahh! Vahh! Koskoca Corthus deAharis...
Tok!
On üçüncü lejyonun muzaffer yüzbaşısı...
Tok!
Onca sefer, onca talan, onca galibiyet...
Tok!
Ne içinmiş ha? Söylesene ne içinmiş!"
Mahkûm ses etmedi. Yattığı yerde kımıldamadı bile. Aylardır aynı gardiyan, aylardır aynı laflar... Ağzının payını vermeye çalışmak lüzumsuzdu mahkûm için. Nasıl ki kan emici kocakarılar gıybetle besleniyorsa bu gardiyan da tam olarak öyleydi işte. Mahkûmların kör talihleriyle alay ediyor; aptallıklarının kapanmayan yaralarına bir kesik de o atıyordu.
"İnfaz geldi çattı, Yüzbaşım! Kralımız nihayet emri verdi. Aylardır bu anı bekliyorum. Pehh... Bir yandan da üzülüyorum gerçi. Sen olmadan buraların tadı tuzu kalmayacak!"
Derince bir of çekti mahkûm. Demek, gerçekten de sonu gelmişti. Kral Septimus, onu zindana atan adam... İdam kararı alıp aylarca infaz emri vermeyen lanet olasıca adam, insan ruhuna işkence etmekte bir ustaydı. Hiç kuşku yok ki, giyotin masasına tutturulmuş bir kellenin, bir insanın ağırlığına yaklaşık gümüşi bir bıçakla gövdeden ayrılması ne kadar tez ise de bu anı beklemek tersine bir ömürdü.
Mahkûmun gözleri, köşe başını mesken tutmuş, ziyafet hazırlığındaki örümceğe kaydı istemsizce. Kendi sonunun provasını izler gibiydi. Örümcek iki ayağıyla destek alırken diğer altısı ile de felce uğramış kurbanını evirip çeviriyor, tükürdüğü ipeksi sıvıyla sarıp sarmalıyordu. O esnada mahkûmun zihnini meşgul eden soru ise örümceğin acıkınca kelebeğin hangi parçasından başlayacağı idi.
"Haşa yüzbaşım! Sakın ha! Bizi bırakıp gideceğin için mutlu değilim ben. Bu sohbetlerimizi çok özleyeceğim." Gardiyan lafının arasında katıla katıla, tahtalarının her biri farklı boyda olup çürük bir bahçe çitini andıran o zifiri dişlerini göstere göstere güldü. "Sakın dalıp gitme bir yerlere! Mevta olup gideceks-"
GÜM!
Gardiyan, hücrenin iki köşesi arasında mekik dokurken zindan kapısı gümbürtüyle kapandı. Nemli duvarlar boyunca yankılanan bu metalik sesi, adamın birinin acı feryatları takip etmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
IŞIK MÜRİDİ (TAMAMLANDI)
FantasyMetal ayakları benek benek kabarmış, paslı bir ranzada yatan mahkûm, tavanın köşesini, iki taş duvarın kesiştiği yeri yuvalamış bir örümceği izliyordu. Tel tel, ipeksi ağın kıvrımlarında gezinen bu kırmızı benekli yaratık bir hayli açık seçikti. Zir...