Yıldızlar ve ay tüm güzellikleriyle gökyüzünde ışık saçıyorlardı. Fakat gökyüzünün aksine yeryüzü, tamamen kasvete bürünmüş ve karanlığa gömülmüştü. Hafif bir rüzgar ise ormandan geçerken ağaçların yapraklarına dokunuyordu. Ağaçların arasında ise tamamen karanlığa bürünmüş birisi vardı.
Pürüzsüz bir yüze ve ince bir yapıya sahip olan genç adam, hırkasının şapkasını eliyle indirdi. Arkadan bağlanmış olan düz siyah saçları ona oldukça yakışıyordu. Lucas elini boyut yüzüğüne atarak simsiyah bir atkı çıkardı ve onu giydikten sonra ormanın derinlerine doğru ilerledi. Bir süre sonra birkaç insan sesi duymasıyla beraber o yöne doğru yürümeye başladı. Bir mağara girişinde ellerinde mızrakla bekleyen adamlar karşılarında gördükleri kişiyi tanıyamadılar.
Yüzü kapalı olan adam onlara biraz daha yaklaştı. Nöbetçiler mızraklarını ona doğrulttular ve hafif göbekli olan nöbetçi emir veren bir ses tonuyla konuştu. "Daha fazla yaklaşma! Kimsin?"
"Adel'i almaya geldim. Onu bana getirin." nöbetçiler içerideki esiri tanıyan kişinin kim olduğunu anlamasalar da o esiri öylece almasına izin vermeyeceklerdi. Sonuçta onlar burayı korumak için buradalardı. "Onu sana böylece vereceğimizi düşündüren şey nedir?"
"Odric için çalışıyorsunuz, değil mi? Onun ölmesini istemezsiniz herhalde?" iki nöbetçi bir süre kendi aralarında konuştu. Bu sırada mızrakları hala Lucas'a doğrultmuş bir biçimde duruyorlardı. "Ne olursa olsun, onu vermememiz emredildi!"
"O zaman, canınız biraz yanabilir." iki elini de hırkasının iç kısmına atan genç adam hançerlerini çıkararak kendisine doğrultulan mızrakları hızlı bir darbeyle ikiye böldü. Ardından ise nöbetçilerin fark edemeyeceği kadar hızlı bir şekilde diplerinde belirdi ve ikisinin de karnına sert bir yumruk geçirdi. Mağaranın iki duvarına savrulan nöbetçiler duvara çarpmanın etkisiyle yere yığıldılar.
Bayıldıklarından emin olan genç adam mağaradan içeriye hızlı adımlarla girdi ve aşağıya doğru inen merdivenleri gördü. Hızla aşağıya indiğinde karşısına bir kapı çıktı. Önünde bir adam bekliyordu. Onu gören adam elini hızla masada duran kılıcına attı fakat o daha kılıcı eline alamadan yüzüne yediği darbeyle geriledi. "Sende kimsin?!" sadece gözleri görünen adam konuşma gereği dahi duymadan nöbetçinin yanına giderek karnına sert bir darbe geçirdi. Bu darbenin etkisiyle adam duvara çarparak bayıldı.
Kapının anahtarını nöbetçinin üstünden alıp kilidini açarak içeriye giren genç adam uzun bir koridora daha vardı. Sakin adımlarla yürüdü ve üzerinde sağlamlık yazıtları ve bilmediği başka bir yazıt daha döşenmiş olan bir kapıyla daha karşılaştı. Elini boyut yüzüğüne attı ve kılıcını çıkararak kapıya sert bir darbe geçirdi.
Kılıç bu darbeyle birlikte karşıdan çıkarak kapıyı deldi. Genç adam ikinci bir darbe vurdu. Kapıda açılan ikinci delik birinciden daha çok hasar verdi. Tekrar kılıcını kaldırdı ve kapıya tüm gücüyle vurdu. Buna dayanamayan kapının kilidi kırıldı ve gürültülü bir sesle açıldı. İçeriye adımını atan genç adam odaya hızlıca göz gezdirdi ve buranın bir zindan olduğunu fark etti. Sol tarafında ve sağ tarafında üçer hücre vardı. Işık kristalleri alışılmadık bir şekilde tavana sabitlenmişti ve zemin taştan yapılmıştı.
Zindanın bir kısmında tavandan zemine su damlıyordu ve bu ses zindanda yankılanıyordu. Genç adam içeride nöbetçi olmadığını anladı ve koşar adımlarla hücrelere baktı. En arka kısımda bulunan hücreye geldiğinde onu bulmuştu... Kafası zemine doğru eğik olan genç kızın saçları yüzünü görmeye engel oluyordu. Genç adam ondan sızan küçük enerjiyi fark ettiğinde hayatta olduğunu anladı.
Demir parmaklıkları kılıcının tek darbesiyle keserek içeriye girdi ve genç kızı duvara sabitleyen zincirlerin hepsini kesti. Ellerindeki ve ayaklarındaki prangalar hala duruyordu fakat artık işlevlerinin bir kısmını yitirmişlerdi. Genç adam kızı duvara sabitleyen bir şey kalmadığından dolayı onu tuttu ve nazikçe kucağına aldı. Ellerine soğuk kan bulaşmıştı. Hücrenin içi ışık kristali olmadığından karanlıktı. Buna rağmen genç kızın her yerinin kanlar içerisinde olduğu fark ediliyordu. Yüzünü net olarak seçemese de yaralar yüzünün her yerindeydi ve elbisesinin kırmızıya boyanmamış yeri kalmamıştı.