JUNGKOOK:
"Lütfen, dur artık."
Önümdeki sandalyede elleri ve kolları bağlı olarak oturan genç önümde acıyla sızlanırken elimdeki ince metali bir daha kullanmayı planlamadığım saten peçetemle olabildiğince yavaş bir şekilde temizleyip masadaki yerine düzgünce yerleştirdim. Sadece hafif bir kırmızı ışıkla aydınlanan odadaki tek ses çocuğun art arda gelen nefes alışlarıydı ve bu beni delicesine rahatsız ediyordu. Ne yazık ki istemediğim seslerden hoşlanmazdım ve canımı sıkan şeylerden kurtulmak dışında başka bir çarem yok, değil mi?
"İstediğim şeyi verene kadar hayır." Verdiğim cevaptan mutsuzdu belli ki, debelenerek bağlı olduğu iplerken kurtulmaya çalışmıştı ama bu sadece salaklığını bir kez daha ortaya koymuştu. Yüzlerce defa denemişti bunu ama anlamak bilmiyordu. Olmayacak bir şeyi zorlamanın bir anlamı yoktu ki, sadece budalalık olurdu. Acınası bir haldeydi. Bunu çekici yüzünde oluşturduğum derin yaralara ya da yırtık pırtık ettiğim kıyafetine bakmadan bile söyleyebilirdim.
Çaresizliğine karşı ağzımdan içimde tutmayı beceremediğim, itiraf etmeliyim bu konuda pek de çaba göstermedim, kuru bir kıkırtı çıktı. Kafamı onaylamıyorcasına iki yana sallayarak birkaç adım ötedeki siyah deri koltuğa doğru ilerledim ve oturdum. Bacak bacak üstüne atarak kollarımı koltuğun kolçaklarına yerleştirdim ve önümdeki manzaraya baktım. Bu sırada emrimle birlikte adamlarımdan biri elime üstümdeki takım elbiseyle birebir renkte bir bardak kırmızı şarap tutuşturmuştu. Adeta bir galerideydim sanki, içkimi yudumlayarak eserimi inceleyecektim.
Korkudan tir tir titriyordu üzerinde çalışılmış bedeni. Üzerindeki kıyafetlerin paramparça olmasından falan değildi bunu bilmem. Tadının nasıl olduğunu bilmem de. İsterse bin kat giysi giyinsin, benim yanımdayken üstünde hiçbir şey olmayacağını bilirdim. Herkes işten önce biraz eğlenceyi hak eder. Ne yaparsınız işte, benimki de düşmanı becermek.
"Benden ne istiyorsun anlamı-" Titreyen sesi kulaklarımı doldurduğunda kusmamak için kendimi zor tuttum. İnsanların bu halleri midemi bulandırıyordu. Konuşmasını daha fazla dinleyemeyecektim yoksa burada işkence gören o değil ben olurdum.
"Jimin'di, değil mi?"
Kaşlarını çatarak bana baktı ama sonrasında cevap verdi, "Evet."
"Tamam, Jimin, neden baştan başlamıyoruz?" O yutkunurken ben de bir yudum daha şarap aldıktan sonra pozisyon değiştirerek kollarımı dizlerime yerleştirdim ve öne doğru eğildim. Onun sandalyesi ve benim koltuğum arasındaki mesafe bacak boyum kadardı ama gözlerindeki 'yaşayacak mıyım yoksa hemencecik öldürecek mi beni tedirginliğini yüz metre uzaktan bile görebilirdiniz. Tek kelimeyle acınasıydı.
"Olayı biliyorsun. Sadece nedenini soruyorum. Cevap vermek o kadar da zor olmasa gerek." Koltukta geriye yaslandım ve bacaklarımı hafif araladım. Dirseklerimi kolçaklara dayalıydı, parmaklarım ise bacağıma değiyordu.
"B-bilmiyorum." diye fısıldadı Jimin karşımda. Tabi buna fısıldama demek bile fazlaydı. Herhalde duyamamamı sağlayarak daha da dövülmek istiyordu. Başka bir açıklaması olamazdı.
"Daha yüksek." Sesimdeki sakinliğin içindeki otorite seviyesi beni bile şaşırtmıştı. Bugün gerçekten de modumdaydım.
"B-bilmiyorum." bir tık daha yüksek bir sesle konuşmuştu bu sefer ama bu hala benim narin kulaklarım için yeterli değildi. Fakat Jimin, bilmiyorsun ki her seferinde beni daha da kızdırıyorsun ve kızgın yüzümü görmek istemezsin, kendi iyiliğin için.
"Daha."
"Bilmiyorum."
Gözlerimi bütün vücudunda gezdirip tekrar gözleriyle birleştirdim, "Daha."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
monster in me | taekook
Romance"söyle bana tae, bir canavarı sevmek istediğine emin misin?"