*1

304 15 4
                                    

'Bolca yağmur eşliğinde sert esen bir rüzgar, dökülen yapraklar, ıslak caddeler ve gözyaşları. Nasıl da tamamlanıyorsun böylesi kötü şeylerle. Adeta olmadığın belki de hiç olamayacağın kadar duyguya bürünüyorsun. Ne kaçabiliyor içindeki insanlar ne de aitliklerini bozabiliyor.

Sevmediğim doğrudur seni. İçinde bulsam da sevgiyi ve daha nicelerini. Sevmiyorum çünkü verdiklerine alıştığım, güvendiğim ve koşulsuzca bağlandığımda çektin aldın. Belki de sebebim olacaktı sana dayanmak için.

Kışın da yakıyor içimi yazın da. Yağan kar sanki delip geçiyor tenimi. Kimsenin dokunamadığı, ulaşamadığı o yeri buulup dağlıyor soğuğuyla. Güneş en umulmadık anda saklanıyor bulutların ardına bir yanlış varmışçasına ve ısıtmıyor kalbimi. Bedenimi de olduğu gibi.

Kısacası aşk denen illet her daim yanıyor, yakıyor, kül ediyor. Sonra küllerinden bir kez daha doğuyor. Ben döndükçe ateşin başında kaybediyorum yavaş yavaş bana ait olanı. Yani ben hep yanıyorum ne gerek mevsime, şehre, soğuğa suç bulmaya.

Ankara tutabilseydin yuttuğun insanları biraz olsun sevilirdi ayazın.'

Hazmedemiyordu kadın bu gidişi.Gidişler soğuktu çünkü. Acıları hafiflesin diye suçluyordu yaşadığı şehri. Aksi mümkün müydü? Nasıl olurdu gidişler gözyaşsız olsaydı? Kadın ağlamalıydı. Sıcak tutmalıydı bu kısa yası. Ağladı. Üzerine düşeni günlerce, aylarca, senelerce yerine getirdi. Ömür dediğin elinden kayıp giden bir avuç kumdu oysa. Ne hastalıklar anlatabildi bunu ona ne de gözü kapalı destek cümleleri.Ağlasındı kadın. Çünkü gidişler acıdan ibaretti. Bir kova acı safran belki. Çünkü gidişler karanlıktı. Gidiş dediğinin aydınlığı olmadı. Giden hiçe karıştı, kalan derde.

20 Yılın Taze BaharıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin