Sigaramın bitmesine son üç nefesim kalmışken; siyah, uzun saçlarımın dalgalı uçlarını vadinin esen soğuk rüzgarı havalandırıyordu. Gözlerimin önüne gri bulut çökerten illetten derin bir nefes daha çektim. Bedenime verdiği hasarı görmezden gelmem için sanki bana küçük mükafat olarak içimi ısıtmayı bahşetmişti.
Belki de sadece hayal ediyordum. Tıpkı bundan evvel yaptığım gibi.
Başımı her tren seferinde daha da karamsar bir hâl alan göğe kaldırdım. İçimdeki sıkıntı öyle büyüktü ki, keza bu denli sevgi kaplasaydı ruhumu kendimi aşıktan bile sayabilirdim.
Sigaram tamamen bittiğinde yakaları fırfırlı saten gömleğimi düzeltip, yarısı çamur diğer parçası ise uzun yeşil otlarla dolu zeminde yürümeye başladım. Kurumuş ellerim, soğuktan akan gözyaşlarım ve derinlerime işleyen baş ağrımla birlikte savrularak ilerliyordum.
Adımlarım kendinden emin değildi. Hiçbir zaman olmamıştı. Biliyordum, olmayacaktı da.
Birkaç kere yutkunarak boğazımı yakan acılıktan kurtulmaya çalıştım. İşe yaramamıştı elbette. Kabuğu soyulmuş dudaklarım gün içinde birçok kez yer edineceği gibi yine dişlerimin arasındaydı. Soyulurken canımı yakıyordu, kanıyordu ve tam kabuk bağlamışken tekrar kanatıyordum yaralarımı. Evet, tahmin ettiğin gibi sevgilim. Sadece dudaklarımdan bahsetmiyorum burada.
İç çeke çeke yürüdüğüm çukurlu, çamurlu, taşlı hatta hayvan pisliğinin bile olduğu yollar bittiğinde devasa evime varmıştım. Belki de ilk defa mübalağa etmiyorumdur. Bu ev ıssızdı. Kimsesi yoktu. Kapısı çalmazdı, duvarları yedi koca yıldır insan sesini yankılamamıştı. Toz içindeydi her bir zerresi. Dışarıdan devasa görkemliliğe sahipti eskiden ancak şimdi perili şatolara benziyordu. Korkutucu, resmini dahi görmek istemeyeceğin türden.
Bakımsızlıktan bazı kısımları çürümüş kapıdan içeriye girdiğimde birkaç fare sesi, kırık camdaki kumruların mırıltısı ve benimle yıllardır kalan tek dostum Leo'nun uykulu serzenişi bana eşlik ediyordu. Zannımca şahsıma düzenenlenen 'Hoş geldin' senfonisiydi.
Bazı kısımları çökmüş ahşap merdivenin, ben her adım atarken paslı çivilerle çıkardığı gıcırtıyla üst kata ulaşmıştım. Söyledim ya sana, sevgilim. Bu evde uzun zamandır insan sesi duyulmamıştı. Öyle açtım ki buna... En ufak şarkı tınısı, kısık bir gülüş, sorun değil acı içindeki çığlık bile doyururdu beni.
Aslında düşünürsek ben senin sesini istiyordum bu evin her köşesinde.
Yatak odamın açık kapısını geçtikten sonra örtüsünü bozmadığım yumuşak döşeğe uzandım. Oda çok kirliydi. Havada uçuşan tozları açıkça görebiliyordum. Yine kırık olan camdan içeri sızan rüzgarların oluşturduğu çoğu kurumuş yaprak kulelerini de. İnanır mısın, bilmem ama dökülen duvar taşlarının oluşturduğu büyük delikteki karıncaları bile görüyordum.
Korkunçtu, değil mi?
Kim ister böylesine harabe, içeride hayvanın eksik olmadığı, yıkık, dökük bir evde yaşamayı?
Yine boyası aşınmış ahşap olan tavana baktım saatlerce. Aklımda senin yüzün dolaştı her bir dakikasında. Merakla açtığın parlak gözlerini düşündüm mesela. Cam gibiydi, umudum. Evet, gözlerin benim umudumdu. Her düşlediğimde yüreğimde daha da büyüyen umudum. Kalbimi sıkıştırıyordu. Boğuluyormuş gibi hissediyordum ama sorun değildi. O upuzun kirpiklerinin sızısı bile güzeldi.
Şairler ne şiirler yazmışlardı, kalbin aynası olduğunu bile iddia etmişlerdi gözlerin. Fakat ben biliyorum, sevgilim. Eğer senin gözlerini görselerdi nefesleri kesilirdi. Tıpkı benim gibi boğazlarını asla terk etmeyen bir acıyla yaşarlardı. Dişlerini o kadar sıkarlardı ki, gevşek bıraktıklarında ağrısı bir süre geçmezdi.
Biliyordum, sevgilim. Senin güzelliğin hayallere bile sığmazdı.
Yataktan kalktığımda ay yüzünü yeni yeni göstermeye başlamış, güneş son ışıklarını semaya saçmıştı. Boynumu sağa yatırıp yara dolu parmaklarımla hafifçe sıktım. Bacaklarım aşağı doğru sarkmaktan uyuşmuş, deri çizmelerden onları kurtarmam için şişmişlerdi sanki. İstedikleri gibi sadece çoraplarımla kalmıştım. Dolap kapağındaki uzun, kırık aynadan bozuk yansımama bakıyordum.
Korkunç olan tek şey bu ev değildi, sevgilim.
Bu ev gibi ben de korkunçtum. Müthiş derecede bakımsız ve yaşlı duruyordum. Siyah saçlarım arasındaki beyaz teller, içi kan çanağı olmuş gözlerimi daha da beter bir hâle getirmek isteyen mor göz çevrem, yara dolu dudağım, çenemdeki küçük sakallar...
Olur da birden yanıma gelseydin sana yüzümü gösteremezdim. Gerçi hiç gelmemiştin buraya. Evin yolunu bile bilmiyordun. Sen beni bile hatırlamıyorsundur ki. Benim için ne üzücü, ne kalp kıran durum bu. Hâlbuki yüzümde dolaştırdığın on saniyelik bakışlarınla nefes alıyor her bir zerrem. İçimde yanan aşkınla kaynıyor kanım. Ruhuma, aklıma, gözlerime, ellerime, kalbime bulaşmıştın.
Kısacası sen gitmiyorsun benden, ben de istemiyorum gitmeni zaten.
Ayak ucuma yaslanan kedi patisiyle bakışlarımı sonunda aynadan çekebilmiştim. Sarı tüyleri pencereden sızan ay ışığıyla parlayan küçük dostumun neden geldiğini çok iyi biliyordum. Acıkmıştı. Dilimi kuru dudaklarımın üzerinde gezdirip başımı sallamıştım. Yemeğini vermeden durmayacağından emindim çünkü.
Mutfağa inmek için adımlarımı kapıya doğru yönlendirdim. Hemen benim ardımdan ilerleyen tıpkı benim gibi yaşlı olan Leo, gün içinde sadece yemeğe gitmek için yürüyordu koca evde. Tembeldi, tembeldik. Birimizin ruhu yorgun düşürmüştü bedenini, diğeri ise baka baka kararmıştı işte.
Merdivenlerden aşağı inmek üzereyken giriş kapısının açılıp kapanma sesini duymuştum. Başta rüzgar olduğunu düşünsemde tahtaların gıcırtısı tezimi çürütmüştü. Kalbimi garip bir heyecan kaplamıştı o an. İçten içe sen olmadığını bilsem de aklım her şeyi sana yoruyordu.
Sertçe yutkunup nefes nefese kalmış bir vaziyette merdiven trabzanına tutundum. Merdiven basamağına yavaş bir şekilde oturduktan sonra başımı eğerek içeri kimin girdiğine bakmaya çalıştım. Karanlık kaplamıştı her yeri. Yüz seçecek kadar da aydınlatmıyordu ay. Dudaklarımı kemirmeye başladığımda alnımdan akarak yanağıma kadar ulaşan teri elimin tersiyle sildim.
Yıllar olmuştu birileriyle konuşmayalı. Sahi, ben en son ne zaman konuşmuştum? Kiminle görüşmüştüm? Neyse ki içerideki yabancının merakı bu soruları geride bıraktırmıştı bana.
Burnumu çekip irice açtığım gözlerimle odaklamıştım kendimi. İçeride korkarak gezen yabancı kimdi, bulacaktım. Bir ileri bir geri giden bu adamı yakalayacak, eğer sen değilsen azarladıktan sonra kovacaktım. Sadece bekliyordum, sevgilim. Cesaretimin gelmesini bekliyordum.
Ben hala onu izliyorken yabancı ellerini siyah, uzun pardesüsün ceplerine koymuştu. Her nefes alışverişinde ağzından çıkan buharları fark etmiştim gözlerim ışıksızlığa alıştığında. Ancak sanki inat etmişti ki dakikalardır sadece birazcık gövdesini dönmüştü. Artık tamamen sabrımın tükendiğini hissediyordum.
Bedenime aniden yayılan sinirle oturduğum basamaktan hızla kalktım. Nefeslerim sesliydi. İçimde yıllardır olmayan devasa bir öfke vardı. Bu öfkenin sebebini bile bilmiyordum.
Basamaklar sona erdiğinde yabancının tam arkasında durdum. Deli gibi terlemiştim. İlk izlenimde iri iri olan gözlerim tedirginlikle baygın ve kısık bakıyordu artık. Hâlâ bana dönmeyen yüzle çenemi sıkmıştım. Bu adamın derdi neydi? Hiç mi duymamıştı adımlarımı?
Titreyen elimi uzun boylu adamın omzuna koyup biraz baskıyla kendime döndürebilmiştim.
Keşke yapmasaydım.
Keşke sadece oturup izleseydim.
Merhaba.
Açıkçası bunu yayınlamamın tek sebebi arkadaşlarımın ısrarı. Sadece kafamı dağıtmak için yazacağım. Biraz da kendimden bahsetmek için. Belki bazı kısımlarda ortak noktalarımızı buluruz, kim bilir?Sağlıkla kalın, Sam.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
La Douleur Exquise
FanfictionKısacası sen gitmiyorsun benden, ben de istemiyorum gitmeni zaten.