Stephen, yüzbaşının sargılarını çıkarırken Bucky ve Tony, arka verandada hoş olmayacak bir sohbetin kıyısındaydılar. Tony, elindeki zarfı teğmene uzatıyordu.
Bucky kapalı zarfı aldı, devamını bekliyordu.
"Bunu babama verir misin?"
Bucky başını iki yana salladı. "Sehir dışına gitmeyeceğim bir süre. Yakın zamanda onu göremem"
Tony kendine geri uzatılan mektuba baktı. "Gördüğünü düşünüyorum... bunu ver olur mu? Bir daha bana yazmamasını gayet açık belirttim, yani mektup taşımak zorunda bırakmayacağım seni"
"Ne oldu? Böyle düşünmüyor gibiydin mektubu alırken" Teğmen zarfı ceketinin iç cebine koymuştu.
"Sadece yaşıyor olmasının beni mutlu ettiğini düşünüyordum. Artık ediyor mu emin değilim" Tony dalgınca cevaplamıştı. "Teşekkür ederim teğmen. Bu ve her şey için"
"Bu da veda konuşmasına benziyor"
Tony gülüp başını iki yana salladı eve girmeden önce. Bucky korkuluğa dayanıp soğuk yüzünden kollarını kovuşturmuştu. Verandada geçirdiği birkaç dakika sonrasında Steve'in misafirlerinin arabalarını gördü tek tek. Bu içeriye girme işaretiydi.
Steve salonda üniformasıyla duruyordu, bacağındaki sargı çıkmıştı ama aksayarak yürüyordu. Buna engel olmaya çalıştığı belliydi, ama Steve hiçbir şeye vakit tanımadığı gibi iyileşmeye de tanımıyordu.
"Subaylar geldi" Bucky masanın yan tarafında onları karşılamayı düşündüğü için oraya ilerledi. Steve ise misafirlerini, daha çok üstlerini, kapıda karşılamıştı.
Anna, tabakları içeriye götürmek üzereyken durup, Tony'e dönmüştü. "Şarapları getirebilir misin?"
Tony onun tabakları tutan ellerinin titrediğini görünce önerdi. "Istersen onları da götürebilirim"
"Şarap yeterli, dökmek istemiyorum" demişti. Tony anlayışla onaylayıp şişelerden birini aldı ve kolayca açtı. Anna kalan tabakları da alıp mutfaktan çıkınca, salona gitmek için onun dönmesini beklemişti. Anna döndüğünde onun omzunu sıvazlayıp içeri geçti.
Belli ki Steve onu beklemiyordu, ağzındaki lokmayı güçlükle yutmuştu. Tony, masanın başında oturan adamın bardağını doldururken Steve, binbaşı ile konuşmak üzere dönmüştü. Tony sıradaki bardağa geçince istemeden de olsa onu incelemeye başlamıştı, binbaşı Steve'le konuşmak için öne eğildikçe Steve kendini geriye çekip yaslanıyor ve aralarına mesafe koyuyordu. Masa üzerindeki parmakları sürekli harekliydi ve gözleri de pek konuştuğu kişide sayılmazdı.
Tony diğer misafirlerden sonra binbaşının önündeki kadehe yöneldi. Şimdi konuşmalarını duymak zor değildi.
"Defalarca Japonya ile birlikteliğin boş olduğunu dillendirdim, Alman'ların kimseye ihtiyacı yok. Hele Italya, önceki savaşta görmedik mi ne olduğunu?" Adam kadehini alıp yarısını içerken Steve'in bardağını dolduruyordu Tony. "Hepsi şu herifin lafları korkusuna... neydi adı? Sovyet olan"
Adam cevap bekliyor gibiydi ama Steve düşüncelerini son anda ona çevirmişti. Ne konuştuklarını bile bilmiyordu, bu yüzden soru sorduğu belli olan adama bakıp ağzını araladı. Tony durumu fark etmişti.
"Stalin" kısık sesle söylemişti ama binbaşı ve yüzbaşının tam arasındaydı. Binbaşı tiksintiyle kendisine döndüğünde Tony, soğukkanlılıkla bardağı doldurmayı bitirdi. Adam belindeki silaha o kadar hızlı sarılmıştı ki Steve binbaşının kalkan kolunu herkesin içinde sıkıca tutmak zorunda kalmıştı.
Bucky yutkunarak ona baktı. Masadaki tüm subaylar nefessiz ikisine bakıyordu aslında.
Steve elini adamın bileğinden çekmeden yutkundu. Tony hala aynı yerde kıpırdamadan duruyordu.
"Sen mi izin verdin konuşmasına ben mi? Saygısız şeyi korumayacaksın bana karşı, değil mi yüzbaşı?"
Steve gerginliğini atmak için olsa gerek, güldü. "Hayır elbette."
Bileğini bırakınca binbaşı silahını almıştı ama Steve aniden sandalyeden kalkınca duraksadı. "Üzgünüm, parkeleri yeni cilalattım. Gerçekten yahudi kanı istemiyorum. Izninizle ben haddini bildireceğim" Steve Tony'i omzundan tutup ittirerek odadan dışarı götürünce Tony, dengesini son anda toparlayıp düşmemeyi başarmıştı. Anna korkuyla mutfak kapısından ikisine baktı.
Bucky masadan kalkmaya yeltelendiyse de üstü onu konuşmak için durdurunca panik içinde kalp atışlarıyla başbaşa o masada kaldı.
Steve, Tony'i bodrumdaki mahzene itip kapıyı arkalarından kapattığında Tony sadece duvarlardan birine, belki birkaç şişeye baktı.
Steve ellerini belinde birleştirip etrafa bakmış ve Tony'e çarparak yanından geçip şişelerin üzerlerine bakmaya başlamıştı.
Eline geçirdiği birkaç kalitesiz şişeyi yere sertçe vurarak kırdı. Tony ne yaptığını pek anlamıyordu. Kırık camları ayağıyla itekleyip kapıyı inceledi ve kapıya da bir yumruk savurmayı es geçmedi. "Buradan çıkarsan cidden öldürtürüm seni"
"Ne yaptım ki ben, o adam-"
Steve kaşlarını çattı. "Kes sesini artık"
Tony yerdeki kırıklara bakıp, o çıktıktan sonra karanlık mahzende, kırıklardan uzak bir kenara oturdu.
Bucky, aşağıdaki seslerden bir süre sonra yukarı çıkan arkadaşına ve zedelenmiş parmak eklemlerine baktı. Steve, gerçekten Bucky'i şaşırtmıyordu. Masaya oturunca ona eğildi, fısıldamıştı. "Aferin sana Steve. Gerçekten gurur duyuyorum" iğneleyerek söylemişti Bucky.
Steve ise binbaşına gülümsüyordu. "Evet, bunları hırpalamak iyi geliyor, gergin günlerdeyiz binbaşı" kadehini kaldırarak onunla tokuşturmuştu.
"Örnek alınacak bir askersiniz yüzbaşı. Sadece merak ettiğim... neden Hemsworth'un suçlamalarını düşürdünüz? Bugün önüme böyle bir yazı geldi ve yemeği dört gözle beklemeye başladım gerçekten"
"Ingilizleri bilirsiniz, sinsi böcekler gibiler. Üstüne uzun bir süre düşündüm, Hemsworth bizi o güne kadar kusursuz temsil etti. O ingiliz askerinin bir kozu olduğunu düşünüyorum. O yüzden dilekçe verdim, Hemsworth'u bizzat takip edeceğim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Memoirs of Holocaust | Stony Au
FanfictionBaşlangıçta Tony, yıllardır davasını gururla yücelten bu Nazi askerine pek tehlikeli gözükmemişti. Oysa, bütün evi içten içe tüketip yıkılmasına yol açan tahtakuruları da oldukça zararsız görünürler. Anlıyorsunuz ya?