jjongjoongtiny
2017/10/17
Sokaklar hâlâ ıslaktı. Yağmurun kokusu, kaldırımla gökyüzü arasında asılı kalmış gibiydi. Taşların arasında biriken su, neon tabelalardan yansıyan mor ve kırmızı ışıkla parlıyordu. Gökyüzü griydi, tabelalar o gri zemin üstünde sönüp yanan yaralar gibi titreşiyordu.
Hongjoong'un ceketi omzundan süzülmüştü. Jongho yürürken durdu, başını hafifçe çevirip elini uzattı, ceketi düzeltti. Elini geri çekmedi. Avuç içi omzunda durdu, sıcaklığı kumaştan geçip Hongjoong'un tenine ulaştı.
Sokak boştu. Kimsenin onları görmediğine inanmak kolaydı. Grup çoktan otelin yolunu tutmuştu. Onlarsa bir anda birbirlerinin peşinden bu ara sokağa kaymış, ne konuşmuş ne de planlamışlardı. Kamerasız, sahnesiz, yalnızca bir an... bir nefeslik dürüstlük istemişlerdi.
Hongjoong başını çevirdi. Gözleri Jongho'nun gözlerini buldu. Dudakları aralıktı, sesi çıkmıyordu, ama nefesi ağzından yavaşça dökülüyordu. Jongho, onun nefesini yüzünde hissettiği anda, eğildi.
Yavaş.
Dikkatli.
Terli kirpiklerinin ucu Hongjoong'un yanağına değecek kadar yakın.
"Şu an," dedi Hongjoong, sesi fısıltıdan bile hafif, "eğer hiçbir şey yapmazsan... ölecekmişim gibi hissediyorum."
Jongho'nun dudakları kıpırdadı, gülümsedi.
"Ben seni kurtaracak kişi değilim," dedi.
Sonra ekledi, daha kısık:
"Ama belki... birlikte boğulabiliriz."
Dudakları değdi.
İlk dokunuşta ürkeklik yoktu.
Çekilme de yoktu.
Islak nefeslerin arasında yavaşça, açılarak, kapanarak, devam eden bir öpüşmeydi bu. Bastırılmış ayların, bakışların, gecelerin biriktiği yumuşak ve ateşli bir temas. Hongjoong'un parmakları Jongho'nun boğazına kaydı. Jongho, onun beline dokundu. Birbirlerine yaslandılar, bir an için tüm dünya sadece dokunuştu.
Ve sonra-
Klik.
Sonra bir tane daha.
Bir ses.
Yakın ama dışarıdan:
"Yaklaş biraz... evet, evet öyle..."
Hongjoong'un nefesi göğsünde t