mrcedric
14 Ekim 1974, Saat 09:05
Ayrılıkların sesi vardır.
Kimisi bir kapının çarpılmasıdır; sert, kesin ve geri dönüşsüz. Kimisi bir telefonun yüzüne kapanmasıdır; cılız bir "çıt" sesi ve ardından gelen o sağır edici boşluk.
Ama bazı ayrılıklar, metalin metale sürtünme sesidir.
O sabah, düdük sesi istasyonun yüksek tavanında yankılandığında, Agah bunun bir veda olduğunu bilmiyordu. O, bunu sadece kısa bir virgül sanıyordu. Hayatının cümlesine konmuş, nefes alıp devam edilecek basit bir virgül.
Nergis, vagonun penceresinden sarkmış, başındaki yeşil şapkayı rüzgar uçurmasın diye eliyle tutuyordu. Gözleri... O bal köpüğü gözleri, sabah güneşinde hare hare parlıyordu.
"Çok bekletmem Agah!" diye bağırmıştı lokomotifin gürültüsünü bastırmaya çalışarak. "Dönüşte simit alırım, çayı sen koy!"
Agah gülümsemiş, el sallamıştı.
"Pencereyi kapat, üşütürsün!" diye seslenmişti arkasından. Bir koca, karısını son kez görürken ona "Seni seviyorum" demezdi belki ama "Üşütürsün" derdi. Bu, "Senin canın benim canımdır" demenin en eski yoluydu.
Tren hareket etti.
Tekerlekler dönmeye, buhar gökyüzüne yükselmeye başladı.
Vagonlar birer birer Agah'ın önünden aktı. Nergis'in yüzü, dumanların arasında flurlaştı, küçüldü ve sonunda ufuk çizgisinde kaybolan siyah bir noktaya dönüştü.
Agah, tren gözden kaybolduktan sonra bile el sallamaya devam etti. İçinde tuhaf, tanımlayamadığı bir huzur vardı.
Bilmiyordu.
O trenin bir daha asla perona yanaşmayacağını bilmiyordu.
O rayların birkaç saat sonra bükülüp, demir bir mezarlığa dönüşeceğini bilmiyordu.
Ve en önemlisi...
O an el salladığı elini, tam kırk yıl boyunca bir daha hiç indirmeyeceğini bilmiyordu.
Saat 09:06 oldu.
Zaman, Agah Bey için o dakikada durdu.
Dünya dönmeye devam etti, mevsimler değişti, çocuklar büyüdü, hükümetler yıkıldı. Ama Agah Bey, hep o peronda,