Selim Hanlı, genç yaşta kaybettiği eşinden sonra hayata küsmüş, iki oğlunu da bir süre sonra kendi haline bırakıp kendisini sadece işine veren emekli bir avukattır. Emekliliğinden sonra artık sadece ölümünü beklediği rutin hayatını sürdürürken, bir sabah her gün gittiği sahilde ağlayan genç bir kıza rastlar. Hikayesini öğrenemediği bu kızı her sabah aynı yerde görmeye başlayınca gidip konuşmak ister. Ailesi tarafından zorla evlendirilmek istenen Hira, üvey abisinin yardımıyla İstanbul'a kaçmıştır. Selim Bey, altmışında hayat felsefesini değiştirecek olan bu kıza sahip çıkmak ister. Hira, ilk başta kabul etmek istemese de, uzun aradan sonra kendisine uzatılan bu yardımı kabul eder ve asıl hikaye burada başlar. Selim Bey'in son yirmi yılına sığmayan anılara kapı açılır, yıllardır görüşmediği oğluyla aralarında bir köprü olan Hira, tüm bu olayların içinde farkında olmadan bir sebep olmuştur.
Alem-i Suğra, okurlarını hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanacakları bir hikayeye davet ediyor.
"Alem-i Suğra, küçük alem demektir. Bu bana hep insanı hatırlatır Selim amca. Biz de kendi içimizde bir alemiz. Kimisi kalbini, kimisi aklını hâkim kılmıştır bu aleme ama hakikatte, bu alemin de Hâkimi bellidir. Aklı da, kalbi de, bize emanet edilen bu alemi de, O'nun için korumak gerektir."
"Ama bilmelisin; Sarraf tüm değerli taşları satar, bir tek Yakut'u kendine saklar."
-
Birbirimizi severek gururumuzu yitirdik, ihtiraslarımızın esiri olduğumuz yerde aklımızı ve korkup uzaklaştığımızda bağımızı yitirdik.
Geri döndük, kazanacağımızı sandığımız her an kaybederek inancımızı yitirdik.
Birbirimizi yitirdik.
Kendimizi bitirdik.
Ve geriye, birkaç hatıradan başka hiçbir şey kalmadı; ama onları da anımsayamıyoruz.
Çünkü çok sevip de yine yenilmekten korkuyoruz.
Fakat onsuz bir savaşın galibi olmak fazlasıyla vahim,
bu yüzden onu sevmek-
Unutmamam gerekli; birbirimizi severek gururumuzu yitirdik, ihtiraslarımızın esiri olduğumuz yerde aklımızı...