Kasırgalar midesinde pervane olmuştu. Kesik kesik gördüğü siluetler, gün batımının habercisiydi. Hiç mi hiç oralıklı olmadı. Deniz, gökyüzünün o kandan boyanmış kızıllığını serin, soluk mavi sularına hapsetmişti. Kaçıncı boya dedi, kaçıncı eskiz ve bu kaçıncı mutenalık. Teninde gezinen yıldız tozunun, belli olmayan sarı tüylerinin arasında gezinişi. Boş bir tünelin içine kısılmış, tedirgin fakat kalbindeki pencereden sızan loş sarı ışıkla hayata tutunan bir yabancıydı. Kaderin ördüğü ipler yavaşça gerilmiş ve iki cambazın tek bir ipte yürüme çabası. Biri baştan diğeri sondan, yakınlaşmak işten bile değilken, deli gibi çarpan yüreklerinin verdiği titrek adımlar ve kavuşamamanın verdiği korku... Saltanatın yeniden başladığı, kalbine veremediği hüküm ve onun esiri olan bir adam. Kimin için yaşamışsa herkes için ölmüş, ölü toprakları bedeninin her bir zerresine yayılmıştı. Şimdi koşmak vaktiydi hiç durmadan, ayaklarının altından kayan hatalarına aldırmadan, ölesiye koşmak ve yolun sonuna geldiğinde Galata'ya bir baş selamı vermekti yaşamak...
"Başım dik, içim rahat ve merak etme senin yerine de öleceğim. Son ırmağın akışı, son masa, son yemek, son sohbet ve son kadehim. Dudağımdan akan şaraptan hallice kan ve damağımda senin tadın. Burnumda demirin paslı kokusu, hoşça kal sevgilim..."