Yerde yatan genç kızın gözü son bir kere İsa'nın heykeline kaydı. Bir daha ışığın gitmesini diledi. Kör olmayı diledi. Çok geçti. Olayın her saniyesi kızın hafızasına ve bedenine kazınmıştı. artık içinde tek var olan şey yalnızlıktı. Ruhu parçalara ayrılıp büzüşürken, bu kirli bedene fazla geldi. Ama kız ölmedi. Ruhunun bir kısmını kaybetti. Gecenin sonlarına doğru kilisenin zeminine birkaç damla kan damladı. Birkaç damla kan bu kadar şey yapabilir miydi insana. Belki de kızı bu kadar dağıtan birkaç damla kan değil, üzerinde yığılmış bedendi. İşte bu beden herkesten, her şeyden ağırdı. Geriye kalan; kirli bir beden, eski bir ruh, ölü bir karga, fırtınalı bir geceydi. Ve emin olun bu kirli beden kızın bedeni değildi. Sadece kız öyle sanıyordu. Kızın tek yapabildiği ağlayarak İsa'nın heykeline bakmaktı. Üstündeki bedeni atamadı, üstündeki beden her geçen saniye biraz daha ağırlaştı. ilerleyen dakikalarda gaz lambası da yavaşça söndü. Artık tüm orman yastaydı; çünkü orman biliyordu. Biliyordu ki birkaç gün sonra bu kızın intiharına ev sahipliği yapacaktı. Ve bunun tek sebebi bu fırtınalı geceydi. Genç kız bu fırtınalı gece yüzünden nefesini kesecekti, ölecekti. Nefesi kesildiğinde her şeyin biteceğini sanıyordu. Oysaki her şey kızın nefesi kesilince başlayacaktı. Kız nefesi kesilince oraya gitti. Orası ölümün olduğu bir cehennemdi, orası sahte cehennemdi. Ve tel bir kural vardı kurtulmak için, "sekiz gün boyunca pes etme." Eğer ölmek istersen kaybederdin. Kurtuluşun tek yolu yaşam isteğiydi bundan sonra. Ama bir sorun vardı; sahte cehennemde yaşam ölümden daha korkunçtu. Özellikle oradaki herkes ölmeyi dilemenizi istiyorsa.