Tarık Tufan'ın dediği gibi "eğer kalbinizde birikmiş cümleler , aklınızı işgal etmiş fikirler kağıda dökülmezse , bir başkasına aktarılmazsa , içten içe sizi çürütmeye başlar.İşte tamda çürümeye, başlıyordum, raflar da kalmış tozlu sihirli lambayi silkeler gibi kendime geldim... Yada Ahmet Çağlayan'ın da dediği gibi " Niye yazdım bilmiyorum. Okumayacağını, hatta fark etmeyeceğini bile bile yazdım. Niye yazılır, onu da bilmiyorum. Belki de "Bir varmış, bir yokmuş'un, "bir yokmuş" kısmını kabullenemeyişimden. Gece yeni başlıyordu,saatin 'tik tak 'seslerine aldırış etmeden elime kagıdı,kalemi aldım ve başladım satır araları ile muhabbete ben yazdıkca "yazmak için daha erken"deyip yazdıklarımı sildigim o zamanlara geri gittim. Ve anladimki kendime ne kadar geç kalmışım! Hafızanın ve dilinde süse ihtiyaci vardı,bir yerlerde gizli kalmış kelimeleri kurcalayıp bulmak,okudukca bir döngü gibi yine onları geri vermek ve içimizdeki duygu zehrini kağıda dökmek için bir eyleme gereksinim duyuyordum,oda "yazmak'dı!
"Karımla aynı evin içinde, ayrı ayrı yatacaz öyle mi?" üzerime doğru gelen adımlarıyla birlikte arkaya doğru geriledim. Onunla aynı evde bulunduğum yetmezmiş gibi bir de aynı oda da kalacaktık.
"Tamam sen, bu oda da yat ben başka oda da yatarım." diye başka bir öneri sundum, ama bu öneri mi de reddeceğinden adım kadar emindim.
"Önerini reddediyorum. Sikseler de seninle ayrı odalar da kalmayacaz, bu oda da karım'ın yanında kalacam." ciddiyetle verdiği cevaba, ağzım açık kaldı.