Parmaklarım her tuşa değdiğinde farklı bir hayatının parçalarında yapboz misali dağılıyordum. Parçalarımı bulmak mümkün olmadığı gibi düzene sokmak imkansızdı. Nefes alışlarım sıklaştıkça ruhumun kaybettiği benliği dışarı çıkmak için savaş halindeydi. Bu savaşı çok önceden kaybetmiştim, yenilgiyi kabullenmek için zamanım bile olmamıştı. Belki de kaybetmenin doğru olduğunu düşündüğüm her zaman içimdeki sesi susturmama gerek bile kalmadı. Şimdi arkama baktığımda içim serin bir okyanus misali, ruhum elverişsiz bir boşlukta ama gözlerim alevler içinde. Anlam veremediğimde bu zaten, onlara hakim olamayışım. Her insan hayatında bir defalığa mahsus kaybeder demişti babam. Her insan bir defa kaybeder de bir insan neden hep kaybeder? Tepkisizliğim dünyaya karşı olan duruşum değil aslında, kendimi zapt etme yöntemimdi her zaman. Dizginlenmek ardından sessizleşmeyi getirdi ve böylece olan oluverdi işte. Şimdi en başından başlayalım, ilk günden, kaybetmeye başladığım ilk andan itibaren ama uyarıyorum benim hikayem diğerlerden çok farklı. Ben yazdım, ben söyledim hatta ben çaldım ama bunların hiçbiri bir işe yaramadı, dediğim gibi ben kaybettim...