Dünya küçüktü. Küçük olmasına rağmen yaşattırdığı büyüktü. Hissettirdikleri, hissettiremedikleri...
Hırs, öfke, dostluk, sevgi, kıskançlık, büyük bağlar...
Her duygu teker teker döküyordu içindekileri. Her insan yaşıyordu isteyerek veya istemeyerek...
Bir şey tam anlamıyla gerçekti. Hissetmek.
Ne olursa olsun, iyi veya kötü. İnsan hissederek, yaşayarak öğrenirdi. İnsan doyumsuzdu; paraya, şöhrete, popülerliğe... En çok da hissettiklerine doyumsuz, hissedemediklerine açtı.
Sevgiyi, şefkati, merhametliği, umudu zerresine kadar yaşamış birine kim dünyanın bu kadar çirkin olduğuna inandırabilirdi? Ya da şöyle sorayım; Acıyı, kaybetmeyi, öfkeyi, tükenmişliği zerresine kadar yaşamış birine kim dünyanın ufak da olsa güzelliklerini anlatabilirdi, ona indandırabilirdi?
Bu dünyada, iyi de kötü de duygular vardı. Asla ama asla, kötü insan yoktu. Kötü hislerle beslenen, onları bu yola sürüklemesine göz yuman kaderleri vardı.
KÜL hikayesinde de bu insanlar vardı. Onların çığlıkları, çırpınışları vardı. Başta da dediğim gibi; dünya küçüktü. Ve bu insanlar, bu küçük dünyada birbirlerinin çığlıklarını duymuştu sonunda. Ve yine, o kötü dediğiniz insanlar bütün o kötülüklerine rağmen birbirlerine destek olmuştu.
Kendi bedeninde yanan ve yakan insanlar...
Bu, ateşin veya suyun öyküsü değil. Bu yanan insanların külleriyle tekrar dirilişin ve her şeye rağmen yeniden yaşamanın öyküsü.
Ve siz, Kül'e hoşgeldiniz.