Bir zamanlar, ejderhalar ve insanlar dünyaya hüküm sürerken anlaşmazlıklar sonucunda, aralarında savaş çıkmış ve bunun üzerine insanlar, ejderhaları öldürebilmek için Ejderha Avcıları adında bir birlik kurmuştur.
Leila, en yakın arkadaşı bir ejderha olan, aşık olduğu ölümlü tarafından öldürülünce bütün ejderha avcılarını cezalandırmak ve kendi çocuğu ile arkadaşının yavrusuna yeni bir hayat vermek için Dünya'yı baştan yaratmaya karar verir.
Leila, ateş ve volkan tanrıçasıdır. Lavları yerin altına gönderirken, bedeni, evrenin en önemli özelliklerini yaratmak üzere bölünür ve Dünya'nın içine bir Dünya daha yaratır. Bütün ejderhaları, ejder avcılarını ve büyücüleri oraya gönderirken, uğradığı ihaneti görmezden gelemez ve son kalan gücüyle ejder avcılarına hediyesini takdim eder.
Kehanete göre bir ejderha avcısı, ejderha öldürürse kendisi de, bir o kadar nefret ettiği canlıya dönüşür, yani bir ejderhaya. Diğer bütün kehanetler gibi bundan da kurtuluş vardı; gerçek aşk.
Leila'nın bu hayatta en merak ettiği şey, aşk.
Aşk gerçek miydi? Leila'ya göre gerçekti. Ama onun aşka bakış açısı farklıydı.
O, herkesin bildiği aşka inanmıyordu. O, kız-erkek aşkına inanmıyordu.
Ona göre, çocuğuna ve en yakın arkadaşının çocuğuna beslediği sevgi, aşkın biçimlendirilmiş haliydi.
Ona göre gerçek aşk, iki yavruya beslediği sonsuz sevgiydi. Belki de gerçek buydu.
Melez,iki farklı dünyanın tohumundan meydana gelen, iki kişinin gerçek aşkıyla filizlenip, dünyaya gelecek ve kehaneti baştan yazacaktı.
Elzem Akay'ın sıradan ama güzel bir hayatı vardı. En iyi okullarda okumuş, en güzel oyuncaklara ve kıyafetlere sahip olmuştu. En değerli mücevherler daima onun boynunu süslemiştir. Lüks içinde yaşarken hayatta istediği her şeye kolayca sahip olmuştu. Üzerine titreyen iki abisi, onu hep güldüren kız kardeşi, iyi bir yengesi ve onu sürekli çıldırtan bir hizmetçisi varken hayat ona karşı fazlasıyla cömertti.
Tüm bunları ne bozabilirdi ki?
Bir gece korkunç bir ritüele kurban edildiğinde gözlerini bambaşka bir dünyada açar. Orta Çağın hiyerarşisinin içinde kalmışken eve dönmek hiç kolay değildi. Kendi dünyasında bir öğretmenken Ölümsüzlerin akademisinde bir hizmetçi olunca, sınıf farkının acımasız gerçekleriyle yüzleşir. Burası onun dünyası değildi, burası barbarların hüküm sürdüğü Araftı ve o, hayatta kalmak istiyorsa lüks alışkanlıklarından ödün vermeyi öğrenmeliydi.
***
"Medeniyet yoksunu, vahşi barbar!" diye ona sesimi yükselttiğimde çatılan kaşları umurumda bile değildi. Tüm gün kuyudan su çeken o değildi.
"Şu sivri dilin bir gün başına bela olacak." Sert bakışlarla beni uyardıktan sonra merdiveni işaret etti. "Kahyadan fırça yemek istemiyorsan işinin başına dön."
"O kadın bir cadı." Ondan bahsederken bile tiksintiyle yüzümü buruşturdum. "Bence benden nefret ediyor."
"Hayret." Kaşları alayla yukarı kalktı. "Oysaki çok sevilesi bir kadınsın." İğneleyici sesiyle ters ters ona baktım. "Sizde öyle Savcı Bey," dedim oyunbaz bir ifadeyle. "Sizi görenlerin yüzünde güller açıyor."
"Bunu inanarak söylemiyorsun."
"Tabii ki inanarak söylemiyorum."
Gülerek bana ikinci kez merdiveni işaret etti. "İşinin başına dön aksi taktirde yarın seni sınıfıma almam. Bir hizmetçiye ders verdiğim için yeterince sorun yaşıyorum."
Bu vahşiler kendi dünyamda ne kadar zengin ve asil olduğumu anlamak istemiyordu.