"Bana kim olduğumu soruyorlar; onlara, ben tanrıyım diyorum."
"Çabuk gel ey gece! Sen de uslu dur ruhum geceye dek."
Gözlerimi değil kalbimi aydınlatan sahne ışıkları, gölgelerimi yaratıyordu.Tam o anda zamanın durmasını diledim. O küçücük zaman diliminde gözlerimin önünden inatçı, küçük bir kız çocuğu geçti. İsteklerinin sonsuzluğunu fark etmeyen bir çocuk. Sonra çizdiği onlarca Mona Lisa tasvirini kendi elleriyle yakan, küllere dönüşecek olan alevleri kendi gözyaşlarıyla söndüren bir genç kız. 16'sında gerçek aşkın Romeo ve Juliet'e değil de ay ve güneşe ait olduğunu fark eden ve dizelerinde bu aşkı yaşayan bir şair. 17'sinde yazdığı oyunları aynasının karşısında oynayan bir oyuncu. Aynadan kendini izleyen bir yansıma.
Sanatın gölgesiydim ben. Shakespeare'in, Çehov'un, Moliere'in.
Ve gölge olan ben, bir güneşe rastlamıştım. O güneş, battıkça yükselecektim ben. O tam tepedeykense, tüm dünyayı bir841 tanrı edasıyla izlerken, beni yavaş yavaş siliyordu hayattan. Ona istemsiz bir çekim gücüyle yaklaştıkça Mona Lisa tasvirlerim gibi kül olacağımı biliyordum.
Ve Giray Bilgen benim güneşimdi.
Hikayem, kaybolmaya cesaret edebilen ölümsüz ruhlar için.
Tek davası okumak olan Avin Mirşad.
Bin derdin dermanı olan Maran Mirşad.
"Mardin şahidim Maran yüreğimin güneşisin. Dışımı aydınlatırken yüreğimi yakansın."
Hayatın acımasız döngüsü içerisinde birbirlerine denk gelen iki insan.
"Mezopotamya şahidim Avin. Hem gecem hem gündüzümsün. Sen benim gökyüzümsün."
Herkesin bir yarası var. Güneş kadar yakıcı, gece kadar karanlık.