"Kıyamet gelip çattığında ne yapacaksın Jungkook," dedim usulca adımlarımı atarken ona doğru. "Kalkabilecek misin günahlarının altından? İçine atılan kötülüğün tohumları filizlenmeden söküp atabilecek misin kökünden?" Karşımdaydı, duruyordu öylece müzeden çalınma bir sanat eseri gibi. Yüzüme bakıyordu, her bir noktasında dolaşıyordu gözleri. Yutkunduğunda hareket eden adem elması, her zamanki görevini yerine getirdi. İki adım adıp önümde durduğunda artık bana yukarıdan bakıyordu. Elleri ceplerindeydi, kahverengi saçları hafiften uzamış, derin bakan kahvelerini gizlemeye çalışıyordu. Çok güzel değil miydi? Nasıl duruyordu insanlar ona şiirler yazmadan, aşk mektupları karalamadan? Dudaklarının arasından çıkan nefes yüzüme geldiğinde ensemden aşağı doğru bir örümcek gibi ilerledi ürperti. Tenim karıncalandı. "Kıyamet geldiğinde," diye başladı söze. sözüne. Sesine ciddi bir tını hakimdi. "İçimdeki tohumların bir önemi kalmayacak, günahlarımın altında kalmak bana ağır gelecek belki ama olduğum yerden memnun olacağım." Dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı ve kemikli elleri saçımın bir kenarını kulağımın arkasına attı. "O gün geldiğinde bile ben burada olacağım." Elini kalbimin üstüne bastırdı. "Kaleyi içten koruyor olacağım. Sen istesen de istemesen de."