"Ne yapacağım şimdi ben ya?"
Genç kadın ağlamaktan boğuklaşmış sesi ile önünde dikildiği yatağa çaresizce çöktüğünde, odayı dolduran bebek ağlama sesi beyninde bir çan misali yankılanıyordu. Sahiden ne yapacaktı? Altından kalkamayacağı bir sorumlulukla yapayalnız kalmıştı. Bu saatten sonra ona destek olacak bir ailesi olmadığını da gayet iyi biliyordu. Oysa üzerindeki gelinliği ne mutlulukla giymişti, aşık olduğu adamın ona bir mutluluk vadetmediğini bile bile.
"Hiç ağlama Nil! Ben de yalnız kaldım, şu an ilgilenemem seninle!
Küçük kızın ağlamaktan kızarmış yüzü ve iyice tizleşen sesi kadını daha çok korkutuyor, dönüp arkasına, yatağının içinde yatan bebeğe bakmak bile istemiyordu. Zira kendisinin de o bebekten hiçbir farkı yoktu. Tıpkı onun gibi yüzü kızarmış, yaşlar boğazına kaçarken akan burnu ile boğulacakmış gibi hissediyordu. Nefesi daralırken fark ettiği gerçekle yerinden fırladı ve ayaklarına dolanan gelinliği umursamadan, titreyen dizleriyle Nil Bebek'in yanına gidip onu kucakladı.
"Özür dilerim,"derken hem ağlıyor, hem de bir türlü susmak bilmeyen çocuğu sakinleştirmeye çalışıyordu. Vicdanı, kendi nefesi bile kesilirken, o küçücük bebeğin ağlamasına el vermemişti. O daha çok küçüktü, ya boğulsaydı? Güneş bu bebeğin annesi olmayabilirdi ama çok iyi biliyordu ki birbirlerinden başka kimseleri yoktu. Hem ne demişti Çetin ona bıraktığı mektubun son satırlarında?
"Bu yük ağır gelecek belki sana ama senden tek şey istediğim Güneş," O satırları hatırlamak Güneş'in daha şiddetli ağlamasına yetmişti. Tek korktuğu yalnızlık değildi. Sevdiği adamın istediğini becerememekti korktuğu...
"Kalben,"demişti adam. "Onu çok sev!"
Peki Güneş, sevebilir miydi sahiden?
Yağmur yağıyor, her yeri sel alıyordu. Sokaktaki insanlar ıslanmamak için oradan oraya koşuyor, trafik arabalar sayesinde tıkanıyordu. Şemsiyesi olan insanlar rahat bir şekilde yolda yürüyordu. Şemsiyesi olmayanlar ise şanssızdı. Yağmurdan ıslanmamak için korunacak yer arıyorlardı.
Şemsiyesi olmayan, elinde kalın hukuk kitapları, üzerindeki deri ceketi ile rahatça yürüyordu İzem. Acelesi yoktu. Islanmayı seven biriydi. Küçükken babası onu sokağa attığında yağmurun altında kendi kendine eğlenir, biriken suların üzerine zıplardı.
Uzun kahverengi saçları ıslanıp birbirine karışmıştı. Elindeki hukuk kitapları çantasına sığmadığı için elinde sımsıkı tutuyor, ıslanmamaları için boynundaki kahverengi atkıyı kitaplarına siper ediyordu.
İzem Karasu.
Üniversite son sınıf öğrencisiydi kendisi. Yirmi üç yaşında, geleceğinin hayallerini kuran ve başarılı bir savcı olmayı hedefleyen bir hukuk öğrencisiydi. Son yılının bitmesine ve mezun olmasına sadece aylar kalmıştı.
Metro durağına inen yürüyen merdivenleri görene kadar normal hızda yürümeye devam etti. Yürüyen merdivenler gözüne çarpar çarpmaz adımlarını hızlandırdı.
İzem dışarıdan çok sert görünürdü. Bakışları her zaman insanlara nefretle bakardı. Oysaki sıcakkanlı biriydi. Sevdiklerine karşı çocuksu olurdu. Merhametli ve sevecendi. Soğuk olduğu insanlara acımazdı.
Metro durağına geldiğinde metro gelmişti bile. İnsanlar birbirlerini ittirerek metroya ulaşamaya çalışıyordu. Sanki birbirlerini itmeseler metroya binemeyecek gibi bir halleri vardı.
.....