Yan hücreden sağ kolunda dirseğine kadar kesikler olan ve sargılarından kan, iltihap akan Amel Mahmut sesleniyordu, duyuyorum onu ama cevap vermeye takatim kalmamıştı. Bilincimi kaybedince Gardiyanlar beni hücreye fırlatıp çıkmışlardı. Ayaklarımdaki zincirler derimle bir bütün olmuştu adeta, ayağımı oynattıkça daha çok etime batıyordu. Derinden huzur veren bir ses geliyor ama nereden geliyordu bu ses, gözlerimin acısından sesin geldiği yöne bakamıyorum bile, üç saat boyunca gözlerime beyaz ışık tutmuşlardı, kör olmamak için dua ediyordum Allaha. Gücümün son kırıntıları ile yönümü deminden beri bana seslenen Amel Mahmuta döndüm,
"Hamza! Hamza! Bak bana kardeşim! Beni duyuyor musun?" Bağırarak konuştuğu şişen damarlarından belliydi ama bana neden çok uzaktan geliyordu onun sesi, yoksa sağır mı oldum?
"Hamza! Beni duyuyorsan iki defa gözlerini aç kapat kardeşim! Hadi Hamza, beni duyduğunu, anladığını göster." çırpınıyordu Amel Mahmut, kendimden geçmediğimi öğrenmeye çalışıyordu.
Gözlerimi olan gücüm ile açıp kapattım iki defa.
Bu hareketim ile bir çocuk gibi sevinip, tekbir getirdi, koridorda bulunan bütün hücrelerden tek bir ses yükseldi bu defa,
" Allahu Ekber! Allahu Ekber!"
Suikasti yapacağı yer üst kıdemde bir askeri karargahtı ve orası en iyi eğitilmiş askerleri barındırıyordu. Ve araştırdıklarına göre General'in kızı Âmine'yi parmak izi almadan içeri alıyorlardı. Çarşaf ve maskeyle kendini kamufle edebilirdi genç kadın. Askeriyede Âmine'yi daha önce görmüşlerdi. İki santimlik bir boy farkı dahi olsa bunu fark ederlerdi. Âmine ondan 5 cm daha uzundu ve bu yüzden boyu ona yakın olsun diye altı dolgu topuklu spor ayakkabı giymişti.
Üzerinde ki çarşaf bol olduğu için ondan daha zayıf olduğu belli olmuyordu. Mavi gözlerine Âmine'nin bal rengi gözlerini lensle taklid edince herşey tamamdı. Bilerek onu seçmişlerdi. Bir karargâha girip oranın en yetkili General'ini öldürmek ancak onun altından kalkabileceği bir görevdi. Ve bunu başaracaktı! Bugün örgütlerinin kabusu General Hamid Aladağ ölecekti!
Üstelik bunu öz kızı Âmine Aladağ yapacaktı.
En azından herkes böyle bilecekti...
🗝️
Burası Hemsâye Adası'ydı.
Dört tarafı denizle kaplı, içi huzur dolu bir kara parçası. Sanki burası dünya da temiz kalmış tek yerdi. Hâlâ insanlar düşenin üzerine basıp geçmek yerine birbirleriyle yardımlaşırdı, hoşgörü vardı mesela hangi dine, ırka, yahut giyimde olduğuna karışmıyorlardı burda insanlar. Birlikte huzur içinde yaşayıp gidiyorlardı.
Aylardan Temmuz'du. Hemsâye'nin çiçek açtığı en göz kamaştırıcı zamanlarındanlardı. Çiçekler takmış bir gelini andırıyordu Huzurun Adası. Rengarenk eski usül boyanmış evlerin balkonlarına tırmanıyordu Begonvil çiçekleri. Yanından yürüdüğü ahşap konağın duvarlarını saran asmanın yapraklarını toplayıp hasır sepetine biriktiriyordu bir genç kız. Şimdi bu nadir kalmış temiz beldeye kendi karalarını çalmaya planlıyordu kara ruhlar. Elbette ki onlara set vuracak kahramanlar mevcuttu. İşte serüven böyle başlayacaktı.