Oysa aklının ucunda dahi yoktu uyanmak. Derin bir uykunun içinde, sanrılar tarafından kuşatıldığını fark etmesiyse olanaksızdı. Gerçek ile sahte arasındaki çizgiye inşa ettiği evden çıktı. İlk adımıyla çiğnediği sanrının adıysa ''aşk''tı. Arafın kapısı aralanmıştı artık. Işığı görebiliyordu fakat karanlığa alışan gözlerine laf geçiremiyor, kendine itiraf etmeyi reddetse de -içten içe- korkuyordu. Ne de olsa bilinmezliğin soğukluğu çarpıyordu yüzüne. Bilinmezliğin içerdiği ihtimaller düşüyordu zihnine ve dolayısıyla üşüyordu.
Gerçekliğin keskin köşeleri vardı ve adına düşünmek denen insana özgü bir hastalığın pençesinde kıvrandığını biliyordu. Her ne kadar uzak, her ne kadar unutkan olsa da, önce insan, sonrasında bir ölümlü olduğunu hatırladı. Sonra bir adım attı. Ardından bir adım daha...
Yükseliş, hiç şüphesiz ki sanrılar üzerine kurulu bir hayatın yıkılışıyla başlar. Başlarda elbette ki afallar insan. Alışkanlıkları terk etme fikri dahi bireye stres yüklerken, monotonluğun o uyuşturan ağırlığını sırtından atmak ürpertir, dehşete sürükler insanı. Öyle ki: ''Tam da aşina olunan her bedbahtlık normalleşmişken, yalnızlık ve samimiyetsizlik kokan ilişkiler kabullenilmişken, aşağılıklığını bilmemize rağmen mevcut benliğimizle barışmışken bu da nesi şimdi?'' der insan, her yıkılışın ve farklılığın bilinmezlik ve gelecek kaygısı doğuracağını bilerek. Oysa kırılmalı koza, parçalanmalı duvarlar. Sürünmeyi bırakıp uçmak için.
...