"Beni yetiştirme yurduna bıraktığın günü hatırlıyor musun?" diye sordum. Nehrin gürültüsü kulaklarımı tıkıyordu. Dolunay'ın yansıması Han nehrine vurarak güzelliğine güzellik katıyordu.
Yanan gözlerimi karşımdakilere diktim. Değişmişti, değişmiştim. Koskoca on iki yılın sonrasında onu bu halde görmek beni daha çok mahvetmişti.
Kimi kandırıyordum ki? Onu asla affetmeyeceğimi söylüyordum içten içe kendime, fakat. Tek bir kelimesine kanıtsız inanmak için beynimle çatışma halindeydi kalbim. Ruhum, gözlerimden fırlayıp karşımdaki kısa bedeni sarıp sarmalamak için çırpınıyordu adeta.
Tavrımı korudum içimdeki iç savaşa rağmen. Başımı sağa doğru eğdim ve gözlerimi kısarak karşımdakinin gözlerine bakmaya devam ettim. "Hah, bende ki de soru. Kesinlikle hatırlıyorsun."
Duruşunu korudu, hala hiçbir şeyden pişman değilmiş gibiydi. Devam ettim. "O zamanlar sana karşı koyacak gücüm yoktu. Küçüktüm." derin bir nefes alıp Dolunay'ın yansımasına baktım. Tekrar buluşturdum gözlerimizi.
"Fakat büyüdüm, artık sana karşı koyacak gücüm var. Ve ben bunu yapacağım." arkamı dönüp geldiğim yöne dönmeden hemen önce hakaret edermişcesine dalga geçerek söylendim.
"Abla..."
"Bir bilsen ne kadar zamandır şunun hayalini kurduğumu." Şakağıma doğru bir öpücük daha kondurdu. "Seni doyasıya öpüp koklamayı." Ardından yanağıma indi öpücükleri. "Geldin ve beni dünyanın en mutlu adamı yaptın." Dudağımdan da öpüp alınlarımızı birbirine yasladı. "Seni çok seviyorum. Seni senden çok seviyorum."
Bu kez ben dudaklarına ufak bir öpücük bırakıp ayrıldım. "Seni çok seviyorum. En az beni sevdiğin kadar seviyorum seni." Kollarımı boynuna dolayıp yüzümü boynuna gömdüm. Kokusunu içime çektim.
Çok özlemiştim.