Elleri usulca bir ipeğin kanadında gezinircesine yanağımda dolaşıyordu. Sıcaklığını kanıksayarak tenimde kabul ettim. Parmakları yüzümdeki çillerde inince,
"Ne yapıyorsun, ya bilerek mi yapıyorsun".
"Evet bu durumda ne yapacaksın?"
"Her şeyi yapabilirim. Sinirlendirme beni. Dedene söylerim, zaten nişanı yaptık en kötü evleniriz. Zaten sana söylemiştim, tam benim tipimsin."
"Hımm,"bir masalın ezgisine dolanmış ses tonu, bilinmeyen diyarların sürgününe kapılan bir ruhun biçareliğinde savurdu , geçti beni.
"Hımm,"verdiğim tepki hoşuna gitmiş olsa gerek, dokunuşlarını derinleştirdi.
"Çillerinden hoşlanmıyor musun?"
"Evet, o yüzden dokunma." Saçlarıma geçirdiği parmaklarıyla aramıza geçmişin ağı döküldü. Gözlerimde şaşkınlığın verdiği alaca renkteki utancın yansıması yanaklarıma tırmandı.
"Hoşlanıyorum. Gecenin yıldızları yüzüne inmiş, sönmüş umutların ruhu kazınmış, dudağımdan çıkan nefes canlandırır mı, umudu kırılan dileklerimin hayalini?"
"Lütfen... Hayır," dedim adımlarım geri geri giderken. Buradan uzaklaşmalıydım. Silahtan, bağlı adamdan, karşımdaki gözü dönmüş adamdan... Hepsinden kurtulmam lazımdı. Başıma ağrı saplanmıştı ve başım dönüyordu. "Lütfen. Gitmek istiyorum."
"Pekala. Demek sen yapamıyorsun ama biri yapmak zorunda," dedi mavi gözlerini üstümden çekip, bağlı adama yönlendirirken. "O zaman ben yaparım."
Ne yapmaya çalıştığını anladığımda ise her şey için çok geçti. Silahı tutan kolu havalandı, durmasını söylememe fırsat vermeden parmağı tetiğe ulaştı ve ucunda susturucu olan silah patladı.
Korkuyla açılan gözlerimden gözyaşı döküldüğünde ise hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum.
"Bunun suçlusu sensin, Doğanay."
Ruhuma damlatılan karanlık büyüdü ve altında kaldı.