Dümdüz, simsiyah bir yol. Sonu görünmüyor, hatta bir adım sonrası dahi yok. Zifiri karanlık, her şey belirsiz...
Ne yapmalıydı bu durumda? Bu yola birinin ışık tutmasını mı bekleyecekti? Asla. Başkasının ışığına muhtaç olmaktansa, kendi ışığını oluşturmalıydı insan.
Korkuyla derin bir nefes aldı ama kararlıydı, bir şekilde ilerleyip o ışığı bulmalıydı. Her şeyden habersiz, bir adım attı ve o karanlık yol, hafifçe aydınlandı. Zifiri karanlığı delen o ışığı görmek istedi, gözleri acıyordu ama arkasına döndü. Gördüğü karşısında ise hayrete düştü, duraksadı. Biraz önce korkarak attığı o adım, şimdi parlıyordu ve ona yardım ediyordu. Heyecanla tekrar önüne döndü ve bir adım daha attı. Ardında kalan ışık arttı.
Birkaç adım daha attı, artık karanlığın büyük bir yoğunluğu gitmişti ama bir kısmı hiç gitmiyordu. Sabit kaldı. Ne yapacağını düşünürken ardından gelen ışık, kendiliğinden arttı. Merakla arkasını döndü, ailesi vardı. Gururla bakıyorlardı ona. Gülümsedi, önüne döndü. Bir adım daha attığında yanında çocukluk arkadaşının belirmesiyle irkildi. Arkadaşı, elini uzattı ve ellerini birleştirdi. Ve ışık daha da arttı.
Artık koşma vakti gelmişti.
Ben, Esila Arel. Adımlarımı atmış, ışığımı bulmuştum. Ailemin desteğiyle tamamlanıp, daha da ilerlemiştim. Ve şimdi, arkadaşım ile hayallerime koşuyordum.
Sevdiğim,
Sevildiğim,
Üzüldüğüm,
Güldüğüm,
Ağladığım...
Hayallerim... Hayallerimiz... Bize çok yakındı oysaki. Bir adımla başlıyordu hepsi. Üniversite için yola çıkarken, bir adım atmıştık. Başka bir hayalimiz olan tren yolculuğuna giderken, bir adımla yola çıkmıştık.
Sevdiğim adama gideceğim zaman, tek bir adımla başlayacaktım o yola.
Tuttuğum takımın maçına giderken, bir adımla yanacaktı ışıklar.
Her daim, benimle...
Aşk suçtu.
Senin olmayan birisi için beslediğin duygular bir cellat gibi dikilirdi karşına. Sonra kollarına iki asker girerdi, o askerler başını bir kütüğün üstüne bastırırken boynuna inecek baltayı büyük bir sabırla beklerdi insan beklerdi ki, cellat alacak onun kellesini.
Ama o balta inmeden önce, dururdu zaman. Sabır kanatırdı insanın her bir zerresini, bir işkenceden farksız akardı saniyeler, bir sudan sessiz, bir dalgadan daha hırçın.
Aşk cellattı, ve o balta aşkın ellerinden inerdi insanın boynuna. Sevda cehennemdi, seni sevemeyen birinin aşkı ateşdi.
Kendi kalbini yakan, kendi kanını akıtan bir kılıçtı. İnsan nasıl saplardı kendi sırtına bıçağı?
İnsan ancak aşık olsa ihanet ederdi kendisine.
Aşk ihanetdi, aşk en büyük oyun ve insanın kendine yaptığı ihanetdi.
O Yavuz Payidar'dı, kendine en büyük ihaneti yapmış sırtına bir bıçak saplamış, boynunu bir cellatın önüne uzatmıştı.
O Payidar'dı, sevdalanmıştı.
Ve sevda, onun ihanetiydi.