Onun gözlerinde zehir yeşili sarmaşıkları saklıydı, yaşadıklarına rağmen gözlerinin rengi dahi canlıydı ve o gözler kendinden herhangi bir şey bile kaybetmemişti. Ben ise onun yanında kurumuş bir yaprak gibiydim. Güz mevsiminde kurumuş, rengi solmuş, ruhuma yıldırımlar düşmüş ve bir yangında yakıldıktan sonra üstüme basılmış, acımadan ezilmiştim.
Biz hem birbirimize çok benzerdik, acılarımızın dahi ortak olduğu noktalar vardı. Ama bir yandan da o kadar zıttık ki... O yeryüzüyse ben gökyüzüydüm, o soğuksa ben sıcaktım, o yaşamsa ben ölümdüm.
Ve benzerliklerimizle zıtlıklarımız bir gece yarısı birbirleriyle karşılaştı, sonra ise kendi içlerinde karıştılar. Tek bir renk olup bütünleştiler. Tüm renkler iç içe geçti, eksik parçalar tamamlandı.
O beni kurtardı ve ben de yapabileceğim en iyi şeyi yaptım; ona renklerimi verdim, onun renklerini kabul ettim.
Dudakları panzehirdi.
Benimkilerse zehir.
Ölümüne susamış gibi öperdi beni, kurtarmak isterdi her öpüşünde.
Ama ben başından beri ölüyordum.
Cam bunu göremiyordu.