Ruh derlerdi, içindeki benliğe yaradılıştan beri insanlar. Duyguları ruha bağlar, öyle atarlardı kendilerini dipsiz uçurumlara. Ruha çeşitli özellikler nakşedildi geçen yüzyıllarda. Kimisi tanrı belledi adaklar adadı yoluna... Kimisi gökyüzüne baktı ruhunu görebilmek, esrarını anlayabilmek için... Fakat hepsi aynı sonuca varıyordu. Her yüzyılda kutsal görülüyor, insanların içindeki bilinmezlik denizinden bir yudum su bahşediyordu onlara... Oysa ruh sonu görmez, geçmişi bilmez, gökyüzünden çözülmez, içe huzur vermezdi. Ruh zaten bunu düşünen kendini keşfedendi. Bilmeyenler , bilenlere anlattığı vakit kararmıştı bu ilmin iç yüzü ama bilmezlerdi. Sorunun cevabı buydu. Peki ya iki kendini bilen tek bedene sıkışıp kalırsa ne olurdu? İşte bu ne görülmüş ne işitilmişti. Fakat bazıları bunun hayalini kurmuş , nesillerine aktarmıştı. Niyetleri halis olmasa da bu düşünce yüzyıllar sonra gerçeğe dönüşmüş, soyları yenilmez kılmak için onlarca gencin hayatını mahvetmeye koyulmuştu. İşte tam bu gelişmiş devirdeki kızıl geyik ve felaketinin yarattığı devrimdi anlatılan da... "Eski bir kapının melodisinde kaybetmiştik adımızı, şimdi orkestra şarkı söylese vermeyeceklerdi bize yeniden." "Sadece benliğimizi değil ruhumuzu çaldılar. Yaşanası en güzel duygularımızı, hayatımızın en güzel olması gereken döneminde koparıp aldılar bizden." Ve o gün geldiğinde; Kalbimin her köşesine Hatıralar yerleşecek Zincirlenmiş kelimeler Ruhumla bir hürleşecek...