Titreyen parmaklarımla, küçük hançeriminim oymalı gümüş kabzasını kavradım. Ilık kan parmak uçlarımı ısırıyordu, koyu kırmızı lekeler avuçlarımdan bileklerime doğru tırmanmaktaydı. Güçsüz bacaklarım üzerinde doğruldum ve adrenalin damarlarımı sızlatacak kadar şiddetli bir şekilde tenimin altında kıvrılıp dururken, dişlerimi sıkarak çenemi kaldırdım. Gözlerim önce kızıl kanla ıslanmış toprakla buluştu, ardından savaş naraları doldu kulaklarıma. Ölüm her yerdeydi. Göğüsüm hızla inip kalkarken, başımı haykırışlarla, çığlıklarla ve tiz inlemelerle yarılan göğe doğru kaldırdım. Gözlerim, çok geçmeden gökten alevler içinde düşen melekleri buldu; ateşin evlatları, günahın tohumları. İpekten kanatları yanıyordu, çıplak bedenlerini kızıl alevler sarıp sarmalıyordu. Derin bir nefes aldım; ciğerlerim kül ve toz ile doldu. Bakır kan kokusu burnumu sızlattı. Alevler içinde, birkaç metre önümde, ıslak toprağa düşmüş melek dizlerinin üzerinde doğrulmadan önce kandan yapış yapış olmuş parmaklarımla biraz daha sıkı kavradım hançerimin kabzasını. Sırtındaki kar beyazı kanatlarının üzerinde tüten alev yavaş yavaş sönmeye başlarken melek, kafasını hafifçe bana doğru çevirmeye başladı. Bakışlarım, ipekten kanatlarının arasından bana bakan tanıdık bir çift kızıl göz ile karşılaştığında ciğerlerim sıkıştı. Adrenalin damarlarımda çözünüp, kaslarıma karışırken; kalbim, göğüs kafesimi parçalarcasına atmaya başladı. Bacaklarımı harekete geçirdim. Ellerim bir kez daha kavradı dar kabzayı. Hançerim bir kez daha savruldu havada. Ve bu son kez olacaksa da, umursamadım.