"Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar.
Ölümleri olur zaferleri,
Öpüşürken yok olan ateşle barut gibi." diyen Shakespeare belki haklıydı bu sonesinde.
Ancak istisnalar her zaman vardı ve var olacaktı.
Bazı aşklar vardı ki; şiddetle başlasa da, düğümler dizse de aşığın boğazına ve bazen kırsa da onulmaz yerlerden, yine de başarırdı aşığın yüreğinde öldürmeden var olmayı. Sadece birazcık ölümün buruk kokusu kalırdı aşığın genzinde. Ara sıra o koku, ciğerine dolup telaşa düşürürdü aşığı. Ölüm korkusu yapışırdı yakasına.
Sonra sevgilinin bir gülüşüyle içindeki cesetlerin üzerinde kan kırmızısı karanfiller açardı. Ciğerine dolan ölüm kokusu hala oradaydı ama artık karanfiller de bakiydi.
Zaten aşk; risk almak, ya olursaları kuşanmak değil miydi?. Bazısının payına boyundan büyüğü düşüyordu sadece. Ve alınan her risk, aşığın kendisinden feda ettiği her parça, ölüme yazılan davetiyeye bir harf daha karalıyordu.
Aşk; ince bir sıratın üstünde yürümekti. Ne kadar ağırsa sevdan, o kadar içli dışlı oluyordun ölümle. Nefeslerini ensesinde hissediyordun.
Aşk; bile bile ateşe yürümekle, vazgeçmek arasında kalmaktı. Yürürsen yanacaksın, gidersen yarım kalacaksın.
O yüzden küçüğüyle büyüğüyle her aşk biraz ölüm kokuyordu.