"Hayat o kadar hızlı akıyor ki Sami, yok ya, yetişemiyorum şu su misali koşuşturmacaya. Perdeleri gün aydığı gibi açıyorum fakat katlanamıyorum gökyüzünün göz alıcı ışığına, belki birkaç saat, belki birkaç dakika, kapatıveriyorum hemencecik. İzleniyormuşum gibi, gözler üzerimdeymiş gibi hissediyorum. Ah Sami, sen de dert sanıyorsun seninkini; insan kendi evinde rahatça yiyip içemez mi be kardeşim? Öyle bir paranoyaklık, öyle bir kuşku tesiri altına almış ki şu aciz ruhumu, sanki koparıyorlar beni benden de, oturmuş aval aval izliyorum canı çekilmiş gibi duran bedenime eziyet etmelerini. Afallamış, aptallaşmış gibiyim. Bütün hayatımı bu afallamış kafayla, bu aptallıkla geçirmiş gibiyim. Cevap versene Sami, ben sana yüreğimi açıyorum, sen umarsızca pilavını yiyorsun. Bari yüzüme bak."
"Yanlış kullanıyorsun onu."
"Ne?"
"Umarsızı diyorum, ne anlamda kullandın biraz önce?"
"Umurunda değil ya işte Sami, onu diyorum. Hem nereden çıktı şimdi? Ben ne anlatıyorum, sen ne geveliyorsun karşımda? Bırak gözünü seveyim ya."
"Tamam işte, yanlış kullanıyorsun o kelimeyi. Umursamaz anlamına gelmiyor o kelime, çaresiz anlamına geliyor. Ben çaresiz miyim? Bak, yemeğim var, kolumun altında kitaplarım, kafa açan fikirlerim, hava karardığında yatacak yerim var. Hatta, sen varsın İstanbullu. Dostu olan çaresizliğe düşer mi hiç?"
Ares, sert ve soğuk bir gençtir. Elzem ise dilsiz ve içe dönük bir çocuktur. Sınıfa yeni katıldığında, Ares ona mesafeli yaklaşır, ancak Elzem'in naif ve sabırlı tavırları zamanla Ares'in kalbini yumuşatır. İki zıt karakter arasındaki bu ilişki, birbirlerini anlamaya ve içsel yaralarını iyileştirmeye yönelir. Ares, Elzem'in sessizliğinde kendi duygusal boşluklarıyla yüzleşirken, Elzem de Ares'in içindeki acıyı fark eder ve bir bağ kurarlar.