Çamurdan tabaklar, çöpe atılan mısır püsküllerinden bez bebeklerimize saç yaptığımız, iki bidon su için saatlerce yürüdüğümüz yaştayım ben.
Akşam olunca sokak lambalarının altında konu komşuyla hasbihal etmek için havanın kararmasını iple çektiğimiz, arkadaşlarımızla işlengi işlemek için ev işlerini bir çırpıda yaptığımız ve evcilik oynamak için dakikaları saydığımız yaştayım ben.
Daha çocukluk nedir bilmezken kucağıma verilen çocukla büyüdüğüm yaştayım ben.
Yaşıtlarım mektebe giderken benim saçlarıma kır düşmeye başladığında onları tek tek koparıp yakmaya çalışan on beş yaşında iki çocuk annesi acılarla büyümeye mahkum bırakılmış genç bir kadınım ben.
Kısacası... benim adım Melek. Yarım asırdan fazla yaşamış ama hayatın vicdansız olduğunu küçük yaşta anlamak zorunda bırakılmış, çok erken yaşta kaderin ağır tokadıyla sarsılmış, omzuna yüklenen ağır sorumluluklarla dünyaya gözlerini açmış, çocuklarına hasret çocukluğuna özlem duyan, vücudunda geçmişin izlerini taşıyan, eli yüzü kırışmış, sessizce ölümü bekleyen bir ihtiyarım. Benim adım Melek. Aralanmış kafesin kapısından yaralarıyla çıkan hem özgür hem ayağına taş bağlanmış bir kuşum ben. Çığlık atmaya çalışan ama her seferinde daha çok dibe batan, varlığı unutulmuş değersiz bir insanım ben...
Ares, sert ve soğuk bir gençtir. Elzem ise dilsiz ve içe dönük bir çocuktur. Sınıfa yeni katıldığında, Ares ona mesafeli yaklaşır, ancak Elzem'in naif ve sabırlı tavırları zamanla Ares'in kalbini yumuşatır. İki zıt karakter arasındaki bu ilişki, birbirlerini anlamaya ve içsel yaralarını iyileştirmeye yönelir. Ares, Elzem'in sessizliğinde kendi duygusal boşluklarıyla yüzleşirken, Elzem de Ares'in içindeki acıyı fark eder ve bir bağ kurarlar.