Kar hızlanıyor, saçlarına, ellerine, üstüne düşüyor. Suna koşuyor. Can dostu arkadaşına koşuyor tabana kuvvet. Yaşadığı her şey bir kabus sanki. Ne zaman uyanacak?
İşte çınarı orda. Yaprakları dökülmüş birer birer, ıssız kalmış. Ama dur bir dakika, bir karaltı var orada, ağacının tam dibinde. Suna gocuğuna sarılıp yaklaşıyor karaltıya doğru. İşte şu çocuk. Neydi adı? Hah, Bekir. Ellerinin arasında tuttuğu bir beyazlığa hıçkırarak bakıyor. Yanına vardığında elindeki beyazlığın bir kuş olduğunu görüyor. Beyaz bembeyaz, kar kadar beyaz minicik bir kuş. Cansız. Hareket etmiyor. Suna soğuktan ve ağlamaktan kızarmış burnunu çekerek bir yakınlık duyduğunu hissediyor çocuğa. Onca sır bozulmuşken kendi sırrı ufacık geliyor ona ve ilk defa Sündüs'ten başka kimseye açmadığı dilini Bekir'e açıyor.
"Üzülme," diyor usulca.
Bekir kaldırıyor kafasını, göz göze geliyor Suna'yla. Soluklarından buharlar çıkarak, konuşmadan bakıyorlar birbirlerine. Sonra bir ses duyuluyor yakınlarından. Çeviriyorlar bakışlarını oraya. İlerde Sündüs. Köyün çıkışına doğru ilerliyor adım adım. Kar hızlanıyor; saman sarısı saçlarına, morlu paltosuna düşüyor, tane tane, usul usul, yavaştan ve telaşsız.
"Allahaısmarladık Sündüs!"
Biraz sonra duruyor Sündüs, dönüyor iki arkadaşına. Lacivert gözleri gülümsüyor onlara.
"Güle güle Suna, güle güle Bekir."
Sonra tekrar dönüyor önüne ve yürümeye devam ediyor karın uçsuz bucaksız beyazlığına bata çıka. Bir kere daha buluşuyor gözleri birbirlerine bağlandıkları bağdan haberi olmayan iki çocuğun. Tekrar konuşuyor Suna,
"Üzülme, kuşlar da ölür."