Rüya, 20 yaşında bir genç kızdır. İstanbul'da hem okumaya çalışıyor, hemde Annesine ve küçük kız kardeşine bakabilmek için, akşamları garson olarak çalışıyor. Annesi bir iş teklifi alır. Ve böylece, Kayseri Kapadokya'da, doğada, herkesten uzak yaşayan Kaplan ailesine, hizmet etmeye giderler.
Masallardaki gibi, bir şatoda, Rüya ve küçük ailesi için yeni bir hayat başlar. Dışarıdan bakınca sessiz ve kapalı kapıları ile bir şatodur. Fakat içerideyken... özellikle fiziksel olarak herkes sağ çıkamıyor.
Kanlı göz yasları, üzüntü, acı ve hatta ölüm bile en büyük şatolarda mevcuttur.
,,Reyis... Onun buz gibi, mavi gözlerinde kayboldum ben..."
,,Rüya... Onun uzun, gecedende siyah olan, saçlarında kayboldum ben..."
Var mıdır bu cihanda, ölüme dek giden bir sevda?
Aşk suçtu.
Senin olmayan birisi için beslediğin duygular bir cellat gibi dikilirdi karşına. Sonra kollarına iki asker girerdi, o askerler başını bir kütüğün üstüne bastırırken boynuna inecek baltayı büyük bir sabırla beklerdi insan beklerdi ki, cellat alacak onun kellesini.
Ama o balta inmeden önce, dururdu zaman. Sabır kanatırdı insanın her bir zerresini, bir işkenceden farksız akardı saniyeler, bir sudan sessiz, bir dalgadan daha hırçın.
Aşk cellattı, ve o balta aşkın ellerinden inerdi insanın boynuna. Sevda cehennemdi, seni sevemeyen birinin aşkı ateşdi.
Kendi kalbini yakan, kendi kanını akıtan bir kılıçtı. İnsan nasıl saplardı kendi sırtına bıçağı?
İnsan ancak aşık olsa ihanet ederdi kendisine.
Aşk ihanetdi, aşk en büyük oyun ve insanın kendine yaptığı ihanetdi.
O Yavuz Payidar'dı, kendine en büyük ihaneti yapmış sırtına bir bıçak saplamış, boynunu bir cellatın önüne uzatmıştı.
O Payidar'dı, sevdalanmıştı.
Ve sevda, onun ihanetiydi.