İçimde kıpır kıpır büyümekte olan şey, aşk mıydı yoksa korku muydu emin değildim. Tek bildiğim karavanın içine vuran hafif ışık huzmelerinin, Onur'un kumral saçlarında ahenkle dans edişiydi. İç çekmek, karşısında onu böyle saatlerce izlemek istiyordum. Öyle bir dalıp gitmiştim ki, belimden kavrandığımı bile beynim çok geç algılamıştı. Birkaç saniye önce baktığı telefonunu bana çevirdiğinde, neredeyse çığlık atacaktım. "Onur!" Ellerim hızla yukarıya kalksa da, aramızdaki boy farkı nedeniyle telefona uzanamadım bile. "Telefonda ne işi var o görüntülerin!" Öpüştüklerini uzaktan bir göz gibi izlediğimde şaşkına döneceğimi biliyordum ama bu şaşkınlığı evimde tek başıma yaşamak isterdim. Onur ile değil!
"Sanırım aşkın masum hali falan kalmadı? Ha ne dersin?" Çırpınmayı bıraktığım o kısacık anda telefonu arka cebine sokuşturmuştu. Bugün gözleri anlamlandıramadığım kadar güzeldi. Ona âşık olduğumu ilk kendime itiraf ettiğimde düşündüğüm tek şey vardı. Hayatımda bir sürü rengin olduğunu, rengârenk olduğumu düşünürdüm. Hâlbuki siyah beyazmışım, Onur'un gözlerine kadar. Gözleri öyle güzeldi ki, kışın bahçeme çiçekler açtıracak kadar. Sessizce, çırpınmadan kollarında oluşumun farkındalığı ile parmak uçlarını çeneme sürtmüştü. Teni tenime değdiği o kısacık anda, vücuduma sıcacık bir esinti yayıldı. Ben aşıktım bu adama. Hem de geri dönülmez bir şekilde. "Yazgı?" Sesindeki o ton yalvarma mıydı, emin değildim. Tek bildiğim kafamı hafif yukarı kaldırmaktı. Onu şüphesiz her koşulda kabul ederdim.