SICAK BİR YAZ GÜNÜ İDİ. Kanada dağlarındaki küçük yazlık evimizden karşı tepedeki Helen Keller’in evine doğru yürüyordum. Her ikimizin evi arasındaki yamaçta güzel, zümrüt gibi bir ormanlık uzanıyordu. Bizim evden uzatılan düz bir tel bu ormanı katederek Helen Keller’in evinin kapısında son buluyordu. Helen, bize gelmek veya ormana kadar uzanmak istediği zamanlar, bu tele tutunarak yolunu buluyordu.İlk dönemeci döndüğüm zaman onun da tele tutunarak yamaçtan aşağıya doğru inmekte olduğunu gördüm. Hayatının sonuna kadar karanlığın ve sessizliğin esiri bu parlak yüzlü kadının yürüyüşünü olduğum yerden takip etmeye başladım. Ormanı geçti, tam önümdeki açıklıkta bir katır tırnağı yığınının yanına geldi ve durdu. Yere eğildi; bir avuç çiçek koparıp kokladı. Yüzünü güneşe doğru çevirdi. Sessiz dudaklarından, “Aman Allah’ım! Ne fevkalâde” kelimeleri hareket hâlinde aktı. Yüzünde geniş bir tebessümle yanımdan geçip gitti.Gözlerimden akan yaşları avuçlarımla sildim; çünkü bu bayırlar, bu bitkiler bana şimdiye kadar hiçbir zaman ‘fevkalâde’ görünmemişti. Halbuki ormandaki harikaları, gökyüzünü ve dağları görebilecek gözlere, çılgın nehirlerin âhenkli akışını ve ağaç tepelerinde şarkı söyleyip ıslık çalan rüzgârın sesini duyabilecek kulaklara sahiptim.Allahım, sen çok büyüksün. Bana cesaretin ve güzelliğin en büyük dersini insan üstü bir kadının görmeyen gözleri ve işitmeyen kulakları ile verdin…