Türk Ceza Kanunlarında, sınır yasasıyla ilgili şöyle bir madde vardı; "Teklif edilen sınır çizgisinin başlangıç ve bitiş noktalarının netlik ifade etmesine dikkat edilir..."
Benim annem, takvimler; 8 Haziran'ı, akreple yelkovanda 11. 43'ü gösterirken kollarımın arasında ölmüştü ve ben o günden sonra Türk Ceza Kanunları kitabımı bir daha elime almamak üzere, rafa kaldırmıştım. Adalet terazimi de, Themis'in kafasına fırlatıp, parmaklarımın arasına bir glock yerleştirmiş, artık en yakın dostum olan Aresle birlikte bir yola çıkmıştım.
O yolun üzerinde cesetler bırakmıştım. O cesetlerin kanını ırmaklara akıtmıştım, o yolun sokaklarına korku salmış; o korkuyu da çığlıklarla süslemiştim. Ve ben o yolun sonundaki Tartaros'ta yaşamaya başlamıştım. Ama sırtımda bir kambur vardı, o kambur bir gün büyüdü, büyüdü ve soluğumu kesip beni nefessiz bıraktı.
Bilirsiniz, Tartarostan çıkış yoktur derler. Ben bavullarımı toplayıp o hapishaneden çıkınca, çıkış var sandım. Aptallık etmişim. Çünkü Tartaros, fiziki bir hapishane değil; içimdeki karanlığın en derinindeki kilitli bir kutuymuş. Bunu bir gemiye bindiğimde, kafama silah dayayan adamı öldürdüğümde anlamıştım. Ben aslında Tartarostan hiç çıkmamışım, Tartaros hep benimleymiş. Tıpkı Ares'in sürekli kendini hatırlatmak istercesine gözümün önünde dolanması gibi.
Ben; Alâ Karaca, bir silah kaçakçısının kızıyım. Babam, Interpol tarafından izlenilen ve Türkiye'nin en büyük suç örgütünün başındaki adamdı ve ben o adamdan kaçmak için bindiğim bir gemide hem katil, hem esir, hemde aşık olmuştum...
🕸